21.03.2022 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Barış Terkoğlu tarafından “Bütün zalim olanları sen affetsen ben affetmem” başlıklı bir makale yayınlanmıştır. Bu makalede yer alan iddialar (her seferinde olduğu gibi) mesnetsiz ve gerçek dışı iddialardır.
Barış Terkoğlu bu yazısıyla yargısız infazlarına birini daha eklemiştir ve her nedense, anlaşılması zor bir tutumla bizzat kendisinin de canının yandığı hukuk dışı anlayış ve uygulamaları desteklemekten vazgeçmemektedir. Hukuka inanan, vicdanından taviz vermeyen, her inanç ve düşünceye saygılı insanlar olarak Barış Bey’in bu üslubundan ve anlamsız ısrarından sadece kendisi adına rahatsızlık duyduğumuzu ifade etmek isteriz.
Kendilerini hukuk profesörü, savcı ve hakim yerine koymaya çalışan yazarların, yorumcuların her devirde örnekleri mevcuttur. Kimi gelecek korkusuyla kimi işsiz kalma endişesiyle kimisi de birtakım ideolojik tarafgirlik dürtüleriyle doğruya ve hukuka göre değil, kendisine telkin edilene göre konuşan ve yazan bu kişilerin hemen herkes tarafından itici bulunduğu açık bir gerçektir. Kimse tarafından sevilmeyen, antipati duyulan, rüzgarın estiği yöne göredavrandığı için hiç güvenilmeyen ve itibar edilmeyen bu tip kişilerin, devirleri geçtikten sonra yaşadıkları utancın da her dönemde çok örnekleri vardır.
Hukuk er veya geç kesinlikle işleyen bir mekanizmadır, adalet yerini mutlaka bulur. Bizler Yüce Türk Adaletine güvenen insanlar olarak bu süreci sükunetle ve vicdanen rahat olarak izliyoruz. İsteriz ki bu dönem sona erdiğinde Barış Bey’in ismi hukuku katledenler ve zulme destek olanların sütununda yer almasın.
Davamızın bir kumpas davası olduğunu, somut belge ve tartışmasız delillerle defalarca ispatladık. Bu konuda binlerce sayfalık somut delillere dayalı savunmalar sunduk. Bunların hepsi, Türkiye’deki tüm gazeteci ve yazarlarla birlikte, bahsettiğimiz makalenin yazarı olan Barış Terkoğlu’na da ulaştırıldı. Buna rağmen, Sayın Terkoğlu, her nedense bizim ortaya koyduğumuz açık ve somut hukuki delillerimizi ısrarla görmezden gelerek sadece hakkımızda asılsız suçlayıcı ifadeleri içeren birtakım mesnetsiz, hayali hikayelere itibar etmeyi tercih etti. Aynı tuhaf psikolojiyle, 15 Mart 2022 tarihinde yayımlanan İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi (BAM) 1. Ceza Dairesi’nin 400 sayfalık kararını da benzer bir bakış açısıyla yok saymayı seçtiği de görülüyor.
Bunu yapmaya çalışırken aklı başında insanların acı bir gülümsemeyle okudukları, "dünyayı aslında uzaylılar yönetiyor", "dünya düz ama sizin hala haberiniz yok" seviyesinde akla ziyan komplo teorileri üretmeye çalışmasının kanaatimizce tek bir sebebi var: O da gerçeklerle yüzyüze gelmeye her ne pahasına olursa olsun direnme çabası. Bu çaba ve çırpınışları kendisine hiç yakıştıramadığımızı tekrar ifade etmek isteriz.
BAM kararına ve savunmalarımızın hukuken haklılığına değinmeden önce, makalesinde kendince “en ilginç çıkarım” olarak gördüğü ve yazısına güya gizem katmak adına en sona bıraktığı konuyla ilgili gerçekleri biz en başta ortaya koymak istiyoruz.
Barış Terkoğlu makalesinde, İsrail Cumhurbaşkanı Sayın Isaac Herzog’un Türkiye’ye gelişi ile BAM’ın lehimize verdiği bozma kararını kendince ilişkilendirmeye çalışmış, sanki camiamızın İsrail ile olan yakın ilişkileri sayesinde İsrail üzerinden BAM kararının lehimize çıkması sağlanmış gibi bir imaj vermek istemiştir. Kendince bu dahiyane komplo teorisine bulabildiği yegane delil ise, davada yargılanan arkadaşlarımızdan birinin ablasının Cumhurbaşkanı Herzog’u karşılayan heyette olmasıdır!
Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı ve yüksek yargı mensuplarını tenzih ederek, talimatla iş ve işlemler yapıldığı iddiasını kesinlikle kabul etmiyoruz. Ülkemizi yargısı talimatlarla çalışan, hukuk dışılığın ve despotluğun hakim olduğu gibi gösterme çabasını ise hiçbir şekilde tasvip etmediğimiz gibi, Hükümetimize ve Devletimize karşı oynanan tehlikeli bir oyun olarak görüyoruz.
Bununla birlikte Sayın Terkoğlu, yazdığı için cevap vermek zorunda kaldığımız bu "müthiş” keşfin" detaylarına değinecek olursak:
Birincisi, İsrail Cumhurbaşkanı sayın Herzog ülkemize 9 Mart 2022’de geldi. BAM kararı ise 15 Mart 2022’de yayınlandı. Terkoğlu'nun komplo teorisine göre Sayın Herzog Türkiye’de temaslarda bulunduktan sonra BAM’a haber gönderilmesi ve hakkımızda esastan bozma kararının çıkarılması sağlanmış olmalı. Ancak, dava dosyamız 550 klasör ve yüzbinlerce sayfadan oluşuyor, yüzlerce sanık, yüzlerce müşteki, binlerce suç isnadı var. 6 gün içinde BAM’ın güya etki altında kalarak sayın Herzog’un talebi doğrultusunda 400 sayfalık bir bozma kararı yazmasının teknik olarak mümkün olmadığı ortada.
İkincisi, Terkoğlu’nun “muhteşem keşif” olarak gündeme taşımaya çalıştığı Tuğba Gökçaylar, yıllardır İsrail Konsolosluğu’nda görevli sıradan bir vatandaşımızdır. Eğer uluslararası ilişkileri kullanarak yargı kararlarına etki etme gücü olsaydı, kendi kardeşi olan Ayça Gökçaylar’ın bu davada yargılanmasının önüne geçer ya da en azından tutuksuz yargılanmasını sağlardı. Oysa Ayça Gökçaylar, diğer suçsuz yüzlerce kişi gibi 11 Temmuz 2018’de gözaltına alınmış, sonrasında tutuklanmış ve cezaevine kapatılmıştır.
Ayça Gökçaylar, yasal tutukluluk sınırının azami süresi olan 1,5 yılın son gününün son saniyesine kadar da cezaevinde tutulmuştur. Yasal mecburiyetten dolayı tutukluluk hali sona erdirildiğinde dahi bu sefer de “konutunu terk etmeme” adli kontrol şartı uygulanarak 1 yıl da evinde hapis tutulmuştur.
Anlaşılan Tuğba Gökçaylar’ın İsrail Konsolosluğu’ndaki konumu kendi öz kardeşinin yaşadıklarını engellemeye yetmemiş, ama nasıl olduysa 68 hiç tanımadığı kişinin tahliyesine yetmiştir. Bu mantık çöküntüsünün takdirini milletimize bırakıyoruz.
Üçüncüsü, eğer camiamızın İsrail ile olan ilişkileri iddia edildiği gibi Türk yüksek yargısına gerçek olmayan, hukuka aykırı bir istinaf kararı yazdırabilecek kadar “derin” olsa idi, başta Sayın Adnan Oktar olmak üzere yüzlerce arkadaşımız yıllarca hapis yatmazdı. 11 Temmuz 2018’de polis operasyonu ile başlayan süreçte camiamızın neredeyse tamamına yakını tutuklandı, hapsedildi, tüm banka hesaplarına, tüm mal varlıklarına el kondu, şirketlerine kayyum atandı ve bilinçli uygulamalarla şirketler batırıldı. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız aylarca istisnasız her gün itibar suikastine uğradılar. Hukuk hiçe sayılarak lekelenmeme hakları ihlal edildi, boy boy fotoğrafları gazetelerde, televizyonlarda, internette hukuksuzca ve haksızca “tecavüzcüler” başlığıyla kamuoyuna gösterildi.
Son yıllarda, özellikle A9 TV’nin kamuoyunda yüksek etki ve ilgi odağı haline gelmesiyle birlkte Türkiye’ye davet ettiğimiz, temas kurduğumuz ve canlı yayınlara çıkardığımız yabancı davetli sayısı yüzlerle ifade edilebilir. Bunların tamamı televizyondan ve internetten canlı olarak yayınlanmıştır. Bunların arasında İsrailli konuklar olduğu gibi, ABD’li, Filistinli, Mısırlı, Doğu Türkistanlı, Fransız, Cezayirli, Arap, İngiliz, vs. diğer ülkelerden de sayısız konuk bulunmaktadır. Şartlar böyleyken, bazı kişiler diğer tüm ülke vatandaşlarını hiç konu etmeyip sadece İsrail’den konukları sanki çok acaip bir keşif yapmış gibi sunmaktadır. Camiadan arkadaşlarımız, İslam dininin tebliği amacıyla İsrail’e gittikleri gibi, dünyanın başka yüzlerce ülkesine de gitmiştir. Avusturalya’da en büyük kongre salonunda da konferans verip iman hakikatlerini ve yaratılış gerçeğini anlatmışlardır, İngiltere’deki küçük bir camide de... Bunların da tamamına ait fotoğraflar ve videolar web sayfalarımızda mevcuttur.
Durum böyleyken, İsrail’i sanki Türkiye’nin iç işlerine karışmaya ve yönlendirmeye muktedir bir güçmüş gibi göstermeye çalışmak şaşırtıcıdır. Türkiye güçlü diplomatik duruşuyla her zaman kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket eden, ne İsrail’e ne de başka bir ülkeye boyun eğmeyen güçlü ve söz sahibi bir ülkedir.
İsrail üzerinden kurmaya çalıştığı ucuz komplo teorileri, eğer bir kısım İsrail ve Musevi aleyhtarı mutaassıp çevrelerde tepki oluşturmayı sağlama amaçlı ise bu çok samimiyetsiz bir yöntemdir. Eğer, Sayın Terkoğlu uydurduğu bu komplo teorilerine gerçekten kendisi de inanıyorsa o zaman ortada oldukça vahim bir durum var demektir.
Barış Terkoğlu makalesinde hangileri olduğunu açıkça belirtmediği ancak kendince “yandaş” olarak tanımladığı bazı basın kuruluşlarının sessiz kaldığını, bunun da bir tür onay olduğunu iddia etmekte. Oysa bu sessizliğin çok basit ve net bir başka gerekçesi vardır: Söyleyecek tek kelimenin olmaması!
11 Temmuz 2018 tarihli polis operasyonu ve sonrasındaki süreçte Türkiye’de nerdeyse tüm medya, camiamız aleyhine yaratılan karanlık atmosferin etkisi altındaydı. Başta da söylediğimiz gibi “lekelenmeme hakkı” ayaklar altına alındı, kendilerini savunma imkanı olmayan yüzlerce arkadaşımız hakkında hayali suçlamalar havada uçuştu. Üstelik bu medya kuruluşları iddiaları dahi sanki kesin gerçeklermiş gibi duyurmakta hiç sakınca görmedi.
Ancak, 15 Mart 2022’de BAM kararı yayınlandıktan sonra, geçmişte yaptıkları tarafgir yayınların, haksız ithamların ve itibar suikastlerinin mesnetsiz olduğunu, haksızlık yaptıklarını fark etmiş olan bazı medya, doğal olarak şimdi sessizliğe büründü ya da çok cılız bir iki ses duyuldu. Sayın Adnan Oktar ve yargılanan arkadaşlarımız hakkında haksız ve hukuksuz ceza kararlarının açıklandığı zaman büyük büyük puntolarla haberi baş köşeye taşıyan, bire bin katarak duyuranlar, şimdi nedense bir kenardan durumu izlemeyi tercih ediyorlar. Bazıları ise anlaşılan ve görünen o ki daha yeni kumpaslar için kendilerince zemin hazırlığı yapıyorlar.
BAM kararıyla ilgili bazı hukuki değerlendirmelere geçmeden önce Terkoğlu’na tavsiyemiz, hukuktan anlayan arkadaşlarına karar hakkında sorular sorup bilgi alması, hayali senaryolara sığınarak geçmişte yapılan haksızlığa arka çıkmaya devam etmemesidir.
Terkoğlu’nun bir türlü hazmedemeyip kendince itibarsızlaştırmaya çalıştığı BAM kararına baktığımızda, gerçekten çok detaylı hazırlanmış, titizlikle detayları belirlenmiş bir karar olduğunu görüyoruz. Her ne kadar söz konusu kararda hukuk tam olarak tecelli etmemiş, masumluğumuzun somut delilleri ısrarla görmezden gelinmeye çalışımış ve birtakım korkularla hukuk ancak bir dereceye kadar savunulmuş olsa da bu haliyle bile kararın Terkoğlu ve arkadaşlarını rahatsız etmiş olması önemli bir veridir.
Öncelikle, camiamıza karşıt fikirlere sahip birkaç kişinin “dava usulden bozuldu” şeklindeki cılız görüşleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bilakis, BAM’ın 400 sayfalık bozma kararının içeriğine bakıldığında yerel mahkemece verilmiş mahkumiyet kararlarının birçoğunun "esastan" bozulduğu görülmektedir.
BAM’ın esastan bozma gerekçelerine bakıldığında, tüm mahkeme süreci boyunca Sayın Adnan Oktar ve yargılanan diğer arkadaşlarımızın yapmış oldukları savunmalara kısmen de olsa itibar edildiği hemen göze çarpmaktadır.
Terkoğlu da bunu makalesinde dile getirmiş ve sanki bunda bir anormallik varmış gibi sunmaya çalışmıştır. Oysa, yargılanan arkadaşlarımızın ve müdafilerinin istinaf başvurularında ortaya koydukları tüm savunmalar Türk Ceza Hukuku’nun ilgili maddelerinin, yüksek yargı içtihatlarının tespiti ve verilen ceza kararlarında bunlara aykırı durumların ortaya konulması şeklindedir. Doğal olarak BAM da, kararında bu hukuki savunmalara atıflar yapmıştır, ancak kararda esas olarak usul ve yasa temel alınmıştır.
Eğer müştekiler ve vekilleri de afaki beyanlar, çarpıtmalar, hukuken hiçbir değeri olmayan magazinsel yorumlar, saygı sınırlarını aşan üslup ve savunmalar yerine hukuki, somut, bilimsel gerçekler ortaya koyabilmiş olsalar elbette bunlar da BAM kararına yansıyacaktı. Ancak, ellerinde laf kalabalığından başka sanıkların aleyhine tek bir somut delil olmadığından, sanıkların ise masum olduklarını gösteren yüzlerce somut hukuki delilleri bulunduğundan BAM her yargı kurumunun yapması gerektiği gibi hukuki değeri olan delil ve belgeleri esas almıştır. Kaldı ki BAM kararında –kanaatimizce yargı mensupları üzerindeki ağır baskıların neticesi olarak– somut savunma dellilerinin hepsine de ne yazık ki yer verilmemiştir.
İstinaf kararında, davanın ana çatısını oluşturan ve toplumun sinir uçlarına dokunan bir konu olması nedeniyle kumpasçılar tarafından özel seçildiği çok açık olan cinsel suç isnatları, neredeyse yüzde yüze yakın oranda BERAAT kararıyla reddedilmiştir.
Bunların içinden sadece birkaç tanesi, kovuşturmanın eksik yürütülmüş olması ve gereken delillerin toplanmamış olması gibi sebeplerle karara bağlanmadan yerel mahkemeye iade edilmiştir. Bunların dışında yerel mahkemece verilmiş ceza kararlarının tamamı ise, tartışmaya mahal vermeyecek şekilde güçlü hukuki gerekçelerle bizler lehine beraatle ya da suçlamanın düşmesi kararıyla sonuçlanmıştır.
BAM, 400 sayfadan müteşekkil kararının nerdeyse her sayfasında tekrar tekrar şu cümleyi kullanmaktadır: “EYLEMİN MÜSNET SUÇUN UNSURUNU OLUŞTURMAYACAĞI AÇIKÇA ANLAŞILMASINA RAĞMEN SANIĞIN BERAATİ YERINE MAHKUMİYETINE KARAR VERİLMESİ, HÜKMÜN BOZULMASINI GEREKTİRMİŞTİR.”
Bizler bu karar çıkıncaya kadar geçen süre boyunca, (sözde) müşteki ve (sözde) etkin pişmanların ifadelerinin gerçekleri hiçbir biçimde yansıtmadığını, bu kişilerin hepsinin yakın arkadaşlarımız olduğunu, bizler aleyhine verdikleri ifadelerin ise onlara çeşitli baskılar ve zorlamalarla mecbur bırakılarak söyletildiğini duyurmuştuk.
Nitekim, BAM bozma kararında da, müştekilerin kendilerine karşı işlendiğini iddia ettikleri sözde suçlara geçmişte güya korktukları için ses çıkaramadıkları bahanesini “İTİBAR EDİLMESİNE OLANAK OLMAYAN BİR ANLATIM” olarak nitelemiş, müştekilerin sözde suç tarihlerinden sonra da bizlerle arkadaşlıklarına devam ettiklerini, birlikte fotoğraflar çektirdiklerini, yemek ve davetlere katıldıklarını, telefon görüşmelerine ve mesajlaşmalara devam ettiklerini vurgulamıştır. Ortada cebir, tehdit ve hileli bir davranışın ya da iradeyi etkilediği kabul edilebilecek mahiyette bir etkenin bulunmadığını belirtmiştir.
BAM’ın esastan bozma kararında, binlerce yıllık haksız cezalar veren mahkeme heyetine yönelik de hukuki eleştiriler yer almaktadır. Ceza kararında yer alan bazı değerlendirmeler için BAM tarafından “BU DEĞERLENDİRME AFAKİ BİR KABUL OLUP YASAL BİR DAYANAĞI OLMADIĞI AÇIKTIR” ya da “İLK DERECE MAHKEMESİNİN YASAL DAYANAĞI OLMAYAN BU KABULÜNÜN MEVCUT DURUMLA DAHİ ÖRTÜŞMEDİGİ DEĞERLENDİRİLMİŞTİR” denmektedir. Başka bir yerde ise “... MAHKEMENİN DAYANDIĞI ‘KORKU VE TEHDİT NEDENİYLE SÜRESİNDE ŞİKAYET EDİLEMEDİĞİNE’ DAİR ARGÜMANIN BİR MESNEDİNİN OLMADIĞI AÇIKÇA GÖRÜLMÜŞTÜR” denmektedir.
İstinaf kararında, ilk derece mahkemesinin verdiği cezaları yükseltebilmek adına kullandığı kanun maddelerine yönelik olarak “ZİNCİRLEME SUÇ HÜKÜMLERİNİN UYGULANMA KOŞULLARININ OLUŞMADIĞI AÇIKÇA BİLİNDİĞİNDEN İLK DERECE MAHKEMESİNİN AKSİ YÖNDEKİ KABULÜNÜN HUKUKİ BİR DAYANAĞI OLMADIĞI KANAATİNE VARILMIŞTIR” yorumu yapılmaktadır. Kararda, örneğin casusluk suçu için verilmiş olan ceza bozulurken “ORTADA SUÇUN İŞLENDİĞİNE DAİR BİR DELİL HATTA İDDİA DAHİ YOK İKEN, SUÇUN İŞLENECEĞİ VARSAYIMINA DAYALI BİR ÖN KABULE İSTİNADEN TEŞEBBÜS HÜKÜMLERİNİ UYGULAYARAK CEZALANDIRMA CİHETİNE GİTMESİNİN HUKUKA UYGUN OLMADIĞI” görülmüş, hürriyeti tahdit suçu için cezaya hükmedilmişken “KARARDAKİ ORTAK ANLATIM İÇİNDE, MÜŞTEKİYE YÖNELİK EYLEME DAİR HİÇBİR ANLATIM VE AÇIKLAMAYA YER VERİLMEKSIZIN GEREKÇESİZ OLARAK HÜKÜM KURULDUĞU” tespit edilmiştir. Bir cinsel suç isnadı hakkında “MÜŞTEKİNİN BU YÖNDE BİR BEYANI BULUNMADIĞI HALDE HERHANGİ BİR SEBEP GÖSTERİLMEKSİZİN BİR SUÇ TARİHİ SEÇİLMESİ, SONRA DA BU KABULE KARŞIN O TARİHTE YÜRÜRLÜKTE OLAN SANIK LEHİNE YASA YERİNE YÜRÜRLÜKTEN KALKMIŞ OLAN YASA UYARINCA CEZA VERİLEREK HÜKÜMDE KARIŞIKLIĞA NEDEN OLUNMASI” yazılmıştır.
Terkoğlu makalesinde, BAM kararı hakkında kendince şaibe oluşturabilme gayretiyle, “kimi zaman ifadeleri sanıkların lehine olacak şekilde cımbızlamış” olduğunu iddia etmiş, bunu kendince delillendirmek için de “örneğin bir mağdurun, ‘cinsel istismara uğruyordum’ dediği kısmı çıkarmış” şeklinde hukuk mantığı ve pratiği ile hiçbir alakası olmayan bir cümle sarfetmiştir.
Bir kere kararda yüzlerce sanık hakkında binlerce “cinsel saldırı ve cinsel istismar” suçlamasına dair başlık bulunmaktadır. Bunların tamamı “sanık ... hakkında, katılan ...'ye karşı cinsel saldırı suçundan verilen mahkumiyet hükmüne karşı…” cümlesiyle başlamaktadır. Bunun ardından iddia sahibi bayanın ifadesine göre suç iddiasının ilk derece mahkemesi tarafından nasıl kabul edildiği detaylarıyla yazılmıştır. Sonra da, her ne kadar yargılamayı yapan mahkeme bu iddiayı suç kabul edip cezaya hükmetmiş ise de, suçun unsurlarının neden oluşmadığı, neden beraat verilmesi gerekirken cezaya hükmedilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu gerekçelendirilmiştir.
Bunlara dair çeşitli örnekleri yukarıdaki satırlarda ortaya koyduğumuz için tekrar girmeyeceğiz. Ancak, Terkoğlu’nun makalesinde öne sürdüğü güya “bir mağdurun cinsel istismara uğruyordum dediği kısmın çıkarıldığı” iddiası tamamen gerçeklikten uzaktır. Tekoğlu'nun cımbızla çıkarılmış dediği cümle zaten bütün müşteki iddialarının ana temelidir. Arada geçen bir detay değildir. Yerel mahkemenin verdiği cezalar da bu soyut ve mesnetsiz iddiaya dayanılarak hukuksuz biçimde verilmiştir. Bu yalan ve soyut iddiaya yerel mahkemece itibar edildiği için arkadaşlarımız haksız ve hukuksuz olarak 3,5 yıl hapis yatmış, toplamda 152.000 yıl ceza almışlardır. İstinaf'ın da gerçek dışı ve hukuken geçersiz olarak değerlendirerek beraat verdiği iddia da müştekilerin bu mesnetsiz ve hukuksuz iddiası ve buna bağlı diğer soyut, delilsiz, dayanaksız uydurma hikayeler, yalanlar ve iftiralardır.
Terkoğlu’nun böyle bir iddia öne sürmesinin biraz hukuk cahilliğine, belki birkaç aşamalı muhakeme kurabilme yeteneğinin eksikliğine ya da söyleyecek başka makul ve mantıklı söz bulamamasına bağlı olduğunu düşünüyoruz.
Barış Terkoğlu’nun makalesindeki bir başka anlamsız cümlesi ise şudur: “Haliyle (BAM) meseleyi bir usul tartışmasından çıkarmış. İşin esasını tartışmış.” Bu cümlenin, bunu okuyan ve pek hukuk bilgisine sahip olmayan okurların, sanki “BAM’ın yegane vazifesi usul konusunda inceleme yapmakmış da, asli vazifesinden uzaklaşarak işin esasını da tartışmış, böylece güya lehimize haksız bir karar verebilmiş” yanıltmasına kapılacaklar ümidiyle yazılmış bir cümle olduğunu sanıyoruz. Yoksa kendisi de çeşitli kereler (haksız şekilde) yargılanan ve hapiste yatan, eğitimli, kültürlü bir gazeteci olan Terkoğlu’nun BAM’ın bir dosya hakkında hem usulden hem esastan inceleme yaptığını bilmemesi mümkün değildir.
Barış Terkoğlu’nun makalesinde kaleme aldığı bir başka söylem ise şöyledir: “Konuştuğum bir hukukçu, bozma kararının ardından, aynı istinaf mahkemesinin verdiği önceki kararları incelemişti. Oktarcıların 400 sayfalık bozma kararıyla karşılaştırmıştı. Anlattığına göre, mahkemenin hiçbir kararı, bu denli detaylı, böyle taraflı, bu kadar uzun değildi.”
Terkoğlu’nun “konuştuğu”nu iddia ettiği “hukukçu”ya çok önemli bir konuyu hatırlatmak istiyoruz. Dosyamıza bakan BAM 1. Ceza Dairesi, normal şartlarda TCK m.81’de belirtilen kasten öldürme suçu konusunda uzmanlığa sahip bir ceza dairesidir. Bunun yanında baktığı başkaca konular olmakla birlikte, asıl uzmanlık alanı bu suçtur. Davamızda çok sayıda suç bakımından cezalara hükmedildiği için, bunların hepsinin tek elden istinaf incelemesini yapacak olan dairenin belirlenmesinde en yüksek ceza tutarı olan suç öne çıkmaktadır. Sadece bu sebeple, dosyamızda çok sayıda suç bakımından ceza kararı olmasına rağmen istinaf incelemesi en yüksek cezadan dolayı 1. Ceza Dairesi’ne gönderilmiştir.
Dolayısıyla, Terkoğlu’nun “konuştuğu” (!) o hukukçu 1. Ceza Dairesi’nin eski kararlarını inceleyerek doğru bir mukayese yapmamıştır. Sadece tek bir sanığı olan, tek bir suçtan dolayı verilen cezanın istinaf kararı belki 1 – 2 sayfa tutabilir, o kararda hukuka aykırılık halleri oluşmadığından da kısa bir değerlendirme kararı yazılabilir. Ancak dosyamızın boyutlarının ne kadar büyük olduğu ortadadır. Buna rağmen, tarafsız gözle BAM kararını inceleyen herkes, gereksiz detaylara girilmediğini, çok net özetler yapıldığını, sanıkların alfabetik olarak listelendiğini, her sanık için verilen her ceza kararının bir başlık altında özetlendiğini ve bir paragraf gerekçe ile bunun neden usul ve yasaya aykırı bulunduğunun yazıldığını görebilir. BAM’ın bozma kararının 400 sayfa tutması, o kararın taraflı yazıldığını değil, dosyanın büyüklüğünü, iddia ve sanık sayısının fazlalığını gösterir.
Kaldı ki İstinaf mahkemesinin, üzerindeki ağır baskılar nedeniyle ancak bu kadarına cesaret edebildiğini, eğer tüm dosya hakkında tam anlamıyla hür ve bağımsız bir hüküm kurabilme imkanı olsaydı mevcut somut ve hukuki delillere dayanarak tüm isnatlardan beraat kararı vermesi gerektiği de hep vurguladığımız bir gerçektir. Bu durumda bozma kararı 400 sayfanın da çok daha üzerinde olurdu.
Sonuç itibariyle, 400 sayfalık esastan bozma kararındaki yüzlerce lehe gerekçeyi, müştekilerin ifadelerine neden itibar edilmediğini, mahkemenin ceza kararlarının nasıl ağır şekilde eleştirildiğini görmezden gelip, basit hayali senaryolarla kararı kötülemeye çalışmak, hakkaniyetli ve adilane bir tutum değildir.
Barış Terkoğlu sadece kendi canı yandığında talep ettiği “adaleti” başkalarına reva görmeyerek, onlara yapılan haksızlıklara ve hukuksuzluklara arka çıkarak kendiyle çelişmektedir. Hepimizin yegane arzusu, birlikte barış içinde yaşayacağımız güzel ülkemizde tamamen tarafsız bir adalet sistemi içinde, tüm bireylerin kanunlar çerçevesinde gönüllerince özgür olabilmesi, fikir ve inanışlarını rahatlıkla açıklayıp bunları yaşayabilmesi, ve sırf bu sebeplerden haksız uygulamalara maruz kalınmamasıdır.
Kamuoyunun bilgisine saygılarımızla sunarız.