Osmanlı'dan günümüze dek topraklarımızda yaşanan sayısız tahrik, provokasyon, kalkışma, isyan ya da karmaşanın detaylarına baktığımızda neredeyse her defasında ya bağnaz güruhların ya da saf veya cahil kimi muhafazakarların kullanılmış olduklarını açık bir biçimde görürüz. Öyle ki bu yöntem artık İngiliz derin devletinin bir imzası ya da alameti farikası haline gelmiştir.
Bölgesel karmaşa ve çatışmaların getirdiği fitne ortamından beslenip güç bulan İngiliz derin devleti, kendi çıkarları karşısında tehdit gördüğü kimseleri yok etmek ya da etkisizleştirmek amacıyla geçmişten günümüze hep “Din Elden Gidiyor” ya da “Dinimizi Bozuyorlar” tarzındaki kalıplaşmış propaganda söylemlerine başvurur.
Bu sayede de ortadan kaldırmayı hedeflediği kişileri ya da gurupları bir anda BAĞNAZ GÜRUHLARIN YA DA CAHİL KİTLELERİN HEDEF TAHTASI HALİNE GETİRİR. Tabi bunu yaparken yüzyıllara uzanan bir tecrübenin getirdiği çeşitli yol ve yöntemlerin yanı sıra, her dönemde kamuoyunu harekete geçirip linç başlatabilecek veya kalabalıkları hareketlendirip atağa kaldırabilecek geniş bir provoke ekibi ve eleman kadrosu da kullanır.
İngiliz derin devletinin etkisi altına alıp kullandığı ekip ve kadroların çapı ile etkisi öylesine geniştir ki birbiriyle taban tabana zıt ideolojilere sahip (iki ayrı uç olarak tarif edilebilecek) ve asla birlikte hareket etmesi mümkün olmayan kişi ya da grupların bile, kimi zaman ortak bir hedef belirledikleri ve hedef aldıkları kişi veya grupları kendilerince etkisizleştirmek ya da itibarsızlaştırmak için aynı safta hareket ettikleri görülebilmektedir.
İngiliz derin devleti geçmişte kışkırtma ve provokasyonlarında, dedikodu gazetesi ile yazılı basını ve kimi gazetecileri ve yazarları kullanırken, teknolojinin gelişimiyle birlikte uzunca bir süredir görsel medyayı ve internetle sosyal medya platformlarını da etkin şekilde kullanmaktadır. Ancak Osmanlı'dan günümüze değişmeyen tek şey, hedef gösterilen kişilerin güya “Dini Bozmakla” itham edilmeleri, saldırı için de bağnaz güruhların ya da saf veya cahil kimi kitlelerin kullanılmasıdır.
Profesör Doktor Neşet Çağatay 1972 senesinde kaleme aldığı ve Ankara Üniversitesi Basımevi tarafından yayınlanan “Türkiye'de Gerici Eylemler” isimli kitabında, “Türk hükümetinin ilerlemesinde, gelişip kuvvetlenmesinde kendi çıkarları bakımından sakınca gören milletler arasında İngiltere'nin baş rolü oynadığını ve eylemlerinde bağnaz ve gerici zihniyetten faydalandığını” söylemiş, bunun sebebini ve kullandığı yöntemi ise şöyle ifade etmiştir:
"İngiltere, Türkiye'nin gelişip güçlenmesinden, o zamanlar elinde bulundurduğu Müslüman devletlerinin Türkiye'yi örnek alarak özgürlük hevesine düşeceklerinden, Irak petrollerinin tehlikeye gireceğinden korkmuş bu nedenle Türk halkını dolaylı yollarla ve el altından gericiliğe teşvik faaliyetlerine girişmiştir." (https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/14847/Türkiye%27de Gerici Eylemler %281923%27den Buyana%29.pdf?sequence=1&isAllowed=y)
Profesör Doktor Sayın Çağlar yine aynı eserinde, “ülkemizde yobaz görünümünde dini hisleri sömüren çıkarcı kimselerin yönettiği bir de aşırı sağ akımı bulunduğundan” da bahsetmiştir. Bu akımın, Kuran’daki gerçek İslamiyet anlatılmadığı için gerçek dini bilmeyen ve şekilci taassubu gerçek din sanıp destekleyen bir halk kitlesi oluşturduğunu, bunun da toplum için büyük bir tehlike olduğu tespitinde bulunmuştur.
Gerçekten de İngiliz derin devleti, kendi çıkarları önünde tehdit olarak gördüğü insanları yok etmek ya da etkisizleştirmek için Osmanlı'dan günümüze, 31 Mart Vakası'ndan Şeyh Said isyanına, Sivas-Madımak olaylarından Adnan Bey ve camiamıza yönelik düzenlenen kumpasa davasına kadar hemen her olayda hep "din elden gidiyor" propagandası ile provokasyona açık ve elverişli cahil zümreyi kullanmıştır.
II. Meşrutiyet’in ilan edilmesine karşı 1909 senesinde, Derviş Vahdettin’in başını çektiği bağnaz bir zümrenin ordu içindeki askerleri “din elden gidiyor” diye kışkırtarak gerçekleştirdikleri bir kalkışmadır. Rumî Takvim'e göre 31 Mart 1325'te (13 Nisan 1909) başladığı için bu adla anılmıştır. On üç gün süren ayaklanma, II. Meşrutiyet döneminin en önemli olaylarından biri olarak kabul edilir. Hareket Ordusu'nun İstanbul'a gelmesi ve 3 gün süren çatışmalar sonucunda bastırılabilmiş; çatışma ve olaylarda bir milletvekili, bir nazır ve tespit edilemeyen sayıda asker ve sivil hayatını kaybetmiştir.
31 Mart Vakası’nın halen karanlıkta kalan yönleri olmakla birlikte eldeki veriler, bu kalkışmayı koordine eden, başını çeken ve bir isyanın oluşması için canla başla çalışıp destekleyenlerin;
➤ İngiliz yanlısı Ahrar Partisi’ni kuran, 2. Abdülhamit’in yeğeni Prens Sabahattin ile
➤ Çıkardığı Volkan Gazetesi’nde, kalkışmayı teşvik eden, isyan sırasında en başta yürüyen, mektepli subayların, Adliye Nazırı’nın ve bir çok masumun öldürülmesinde baş kışkırtıcı olan Derviş Vahdeti’nin,
oldukları bilinmektedir.
Şeyh Said’in İslam adına “Emîrü’l-mücâhidîn” imzası ile yayımladığı bildirisinde isyanının gerekçesi: “merkezi hükümetin ve Mustafa Kemal’in uygulamalarının güya İslam’a aykırı bulunduğu ve hilafetsiz Müslümanlığın olamayacağı” şeklinde ifade ediliyordu. Ayrıca durumu Türkiye Büyük Millet Meclisi Umumi Heyeti’ne anlatan Başbakan Ali Fethi Bey (Okyar) da meseleyi “dini kisveli bir isyan” şeklinde nitelemekteydi.
İngiliz derin devletinin Kürt milliyetçiliğini destekleyerek müttefik bir Kürt krallığı kurma peşinde olduğu, bu amaçla İngiliz silah fabrikalarından doğuya silah yollandığı, isyanla ilgili İstanbul’daki Şeyh Abdülkadir'in, İngilizlerle ittifak halinde hareket ettiği bilinmekteydi. İsyanın başlaması ve yayılmasında bu kez de Kürt kökenli bağnaz ve cahil kimi dindarların kandırılıp kullanıldıkları tarihe geçen bilgiler arasındadır.
Zaten isyan sonrası ortaya çıkan neticelere bakıldığında da Şeyh Said isyanının Musul meselesi yüzünden İngilizler tarafından tertip edilerek desteklendiği kolaylıkla anlaşılmaktadır. Nitekim Türkiye, İngiltere ve Irak arasında 1926 senesinde imzalanan dostluk antlaşmasının maddelerinin çoğunun Kürtlerle ilgili olması da oldukça manidar ve dikkat çekici bir durumdur.
22 Aralık 1930 tarihindeki olaylar, Derviş Mehmet isimli şahıs ve silahlı 5 arkadaşının Menemen yakınında Kese köyüne gelerek halka “kendi taraftarlarının İstanbul'u sardığı, 770 bin kişi oldukları ve Ankara hükümetini atıp, yerine ikinci Abdülhamidi’n oğlu Selim'i halife ilan edeceklerini” söylemeleri ve ertesi sabah Menemen'deki Gazaz Cami'sinden aldıkları yeşil sancak ile hükümet konağı önüne gelmeleriyle başlar.
Derviş Mehmet ve arkadaşları camiden aldıkları sancağı Hükümet Konağı’nın önündeki yola dikerek tekbir getirmeye ve sancak etrafında dönmeye başlarlar. “Şapka giyen kâfirdir, din elden gidiyor, saltanatı geri getireceğiz, yakında şeriata geri dönülecek” diye sloganlar eşliğinde “dini korumaya geldiklerini" ve "öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini” söyleyerek kalabalığı kışkırtıp isyan hareketine çekmeye çalışırlar.
Bu arada yaşananları haber alıp olay yerine gelen ve asıl mesleği öğretmenlik olan asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay ise, derviş Mehmet'e teslim olmasını emreder. Ancak halkın katılımıyla sayıca yaklaşık bin kişiye ulaşan isyancı derviş Mehmet ve taraftarları, asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ı ve müdahale etmeye çalışan yanındaki 2 bekçiyi olay yerinde feci şekilde şehit ederler.
2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında dönemin Sivas valisi tarafından davet edilen ve aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu pek çok sanatçı ve fikir insanının kaldığı Madımak Oteli'nin, bağnaz bir grup tarafından hedef alınarak yakılması ve çoğunluğu Alevi olan 33 yazar, ozan, düşünür ve 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmeleri ile sonuçlanan vahim olaylardır.
Şenliklerden birkaç gün öncesinden başlayarak basında kışkırtıcı haber ve açıklamalara yer verilmiş, bu da şehirde gergin bir hava oluşmasına sebep olmuş, neticesinde ise kışkırtılan bir grubun harekete geçmesiyle acı olayla yaşanmıştır.
Önce, Sivas Kültür Merkezi içinde karşıt gruplar arasında çıkan taşlı-sopalı çatışma, fazla büyümeden, polis tarafından zorla önlenebilmiştir. Ancak ertesi gün yine dini duyguları galeyana getiren bir kısım basındaki kışkırtıcı haberler sebebiyle toplanan binlerce kişilik grup bu kez Hükümet Meydanı'na gelmiş ve Hükümet Konağını taşlamaya, slogan atmaya başlamışlardır. Ardından ise Madımak Oteli civarına ulaşarak slogan atmaya devam etmişlerdir. Önce Aziz Nesin'e yönelik olarak sarf edilen “Şeytan Aziz”, “Sivas, Aziz'e mezar olacak” şeklindeki sloganlar bir süre sonra devlete ve rejime yönelmiş ve yerini, “Kahrolsun laiklik”, “Müslüman Türkiye”, “Yaşasın Şeriat” sloganlarına bırakmıştır.
Kısa süre içerisinde, önce Madımak Oteli önündeki araçlar ateşe verilmiş ve otel taşlanmış, ardından ise tutuşturulan perdeler ve otelin alt katında bulunan eşyalarla birlikte Madımak Oteli komple ateşe verilmiştir.
Ayrıca, saldırganlardan bazılarının, “Allah'ım bu senin ateşin, ateşini içeri gönder” ve “İşte Cehennem ateşi” sloganları attıkları da birçok kişi tarafından duyulmuştur. Galeyana gelen kalabalık guruba güvenlik güçleri tarafından uzun süre müdahale edilememiş, müdahale edildiğinde ise oteldeki 35 kişinin yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdikleri anlaşılmıştır.
Kuşkusuz bu ve benzeri olaylar sıradan halkın gerçekleştirebilecekleri eylemler değildir. Her biri masa başında ince ince tasarlanmış, kullanılan bir gazete manşetinden kalabalık içinde atılacak slogana kadar her aşaması tasarlanmış olaylardır. Özetle her biri aslında bir derin devlet operasyonudur ve hedef her zaman ülkemizin birliği, bekası ve bu bekayı destekleyen vatansever aydın ve dindar insanlardır.
Saldırı, 17 Mayıs 2006 sabahı Danıştay binasına gelen ve silahıyla birlikte güvenlikten geçmeyi başaran avukat Alparslan Arslan'ın, Danıştay 2. Dairesi'nin bulunduğu kata geldikten sonra açık olan kapıdan girerek toplantı halindeki daire üyelerine 11 el ateş etmesiyle gerçekleşmiştir.
Arslan'ın silahından çıkan kurşunlar, daire üyelerinden Mustafa Birden, Yücel Özbilgin, Ayla Gönenç, Ayfer Özdemir ve Ahmet Çobanoğlu'na isabet etmiş; olay sonrası kaçmaya çalışırken yolu polisler tarafından kesilen Arslan etkisiz hale getirilip yakalanmıştır. Danıştay 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin saldırı sonucunda hayatını kaybetmiş, daire başkanı Mustafa Birden'in de aralarında yer aldığı dört üye ise yaralanmışlardır.
Saldırgan Alparslan Arslan ilk duruşmada kendine yöneltilen suçlamaları kabul etmiş ve saldırıyı Danıştay'ın daha önce vermiş olduğu başörtüsü yasağı kararı sebebiyle gerçekleştirdiğini itiraf etmiştir.
Saldırgan mahkemede ayrıca, “Danıştay üyelerinin fotoğraflarını olaydan 3 ay önce Vakit Gazetesi'nde yayınlanan 'İŞTE O ÜYELER' başlıklı haber manşetinde gördüğünü”, gazeteyi ve daire başkanı Mustafa Birden'in telefonunu da kendisine FETÖ lideri Fethullah Gülen’in amcasının oğlu Kemalettin Gülen’in verdiğini” söylemiştir.
Bugün Yeni Akit adını alan dönemin Vakit Gazetesi sorumluları da yaptıkları bu haber sebebiyle, Terörle Mücadele Yasası'nın (TMY) 6/1. maddesine aykırı hareket etmek ve Danıştay üyelerini hedef göstermek suçlamasıyla ayrıca yargılanmış ve hüküm giymişlerdir.
Trabzon'daki Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro 5 Şubat 2006 tarihinde kilisede bulunduğu sırada uğradığı bir silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Saldırı sonrasında yakalanan cinayet zanlısı Oğuzhan Akdin yargılandığı mahkemede vermiş olduğu ifadesinde cinayeti dini duygularla işlediğini Rahip Andrea Santoro'yu kendisine “Hak din Hristiyanlıktır. Bir gün bütün Türkler Hristiyan olacak” dediği için sinirlendiğini ve öldürdüğünü söylemiştir.
Cinayetin görgü tanığı olan kilise çalışanı Gülhan Kılıç ise cinayeti: “Peder bana İtalyanca 'Gülhan yere yat' diye bağırdı. Hemen kendimi yere atıp kapıya doğru baktığımda bir kol ve kocaman bir silah gördüm. O anda kalın ve gür bir ses 'Allahuekber' diye bağırdı ve iki el ateş etti” sözleriyle anlatmıştır.
Ancak daha sonra ortaya çıkan bir konu da, bunun Rahip Santoro'ya yapılan ilk saldırı olmadığıdır. Rahip Santoro, hayatını kaybettiği bu silahlı saldırı öncesinde, bir kez de -adı ileride Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi olarak tarihe geçecek- Yasin Hayal isimli kişinin saldırısına uğramış ve ağır şekilde darp edilmiştir.
Trabzon emniyeti tarafından telefonu halihazırda zaten teknik takip altında olan Yasin Hayal, emniyette kendisi için hazırlanan dinleme formunda “Hayal'in Selefi-Vahhabi düşünceyi benimsediği, 24 Ekim 2004'te Mc Donald's'a el yapımı parça tesirli bombayı atıp altı kişinin yaralanmasına neden olduğu, 13 Eylül 2005'te cezaevinden serbest bırakıldığı, cezaevinde bulunduğu süre içerisinde ise aşırı radikal fikirleri benimsemekle birlikte birçok yeni irtibat edindiği...” açıklamasıyla kayıt altına alınmıştır.
2007 senesinde Malatya'da İncil dağıtan ve satan Zirve Yayınevi, 19-20 yaşlarındaki 5 zanlı tarafından basılmış ve içeride bulunan Alman vatandaşı Thilman Geske ile Türk vatandaşları Uğur Yüksel ile Necati Aydın önce çamaşır ipiyle boğulmaya çalışılıp ardından onlarca bıçak darbesiyle ve boğazları kesilerek öldürülmüşlerdir.
Katliam sonrası yakalan 5 zanlı emniyetteki ifadelerinde, kurbanları kesme işini birlikte üstlendiklerini ve cinayetleri “dini ve milli duygularla” işlediklerini dile getirmiş, yaptıklarının doğru olduğu konusunda en ufak bir tereddüt dahi göstermeden cinayetleri soğuk kanlılıkla anlatmışlardır. Zanlılardan birisi cinayetlerin amacını ve yaşanılan vahşeti emniyetteki ifadesinde: “Kimin keseceğini konuşmadık. Hepimiz öldürmeye hazırdık. Din elden gidiyor. Din düşmanlarına ders olsun” sözleriyle özetlemiştir.
Katliam sonrasında yapılan araştırmalar ise cinayete giden kanlı yolun taşlarının tıpkı Rahip Santoro cinayetinde olduğu gibi olaydan daha önce örülmeye başlandığını göstermiştir. Gerçekten de bu kanlı vahşet öncesi 2004-2005 yıllarında Malatya'da Hıristiyanlık karşıtı çok sayıda panel düzenlenmiş, el ilanları dağıtılmış ve kentte yaşayan topu topu 5 Hıristiyan çeşitli olay ve eylemlerle hep hedef göstermişlerdi.
Hatta bir seferinde 17 Aralık 2005’te bu Yayınevi’ne İstanbul’daki başka bir yayınevinden kargoyla İncil gönderilmiş, ancak kitapları taşıyan kamyon henüz daha kargo şirketinin önüne bile varmadan burada toplanan kalabalık tekbir getirerek kitapların kamyondan indirilmesini engellemişlerdir. Kamyon geri gönderilirken yayınevinin sahibi Martin De Lange, bu tehlikeli yaklaşıma karşı uyarıcı bir basın açıklaması yapmış, ancak basın açıklaması sonrasında aldığı ölüm tehditleri karşısında 2006 yılında Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştı.
Ancak, uzunca bir süredir Malatya’da ekilmekte olan kin-nefret tohumları, 2007 senesine gelindiğinde kanlı meyvelerini verecek, diğer pek çok örnekte olduğu gibi “Zirve Yayınevi Katliamı” da yine kışkırtılan bağnaz bir grubun eliyle güya “din adına” ve göstere göstere gerçekleşecektir.
2016 senesi geldiğimizde ise bu kez, yıllarca kendini güya “dindar bir cemaat ya da hizmet hareketi” olarak tanımlayıp gösteren, bu sayede yıllar içerisinde Emniyet, Yargı ve Ordu gibi devletin en önemli kurum ve kuruluşlarına sızarak kendini gizlemeyi başaran FETÖ yapılanması sahneye çıkmıştır. Nitekim, 15 Temmuz günü akşam saatlerine gelindiğinde bu yapılanmanın dini bir cemaat veya hizmet hareketi vs olmayıp aksine eli kanlı bir terör örgütü olduğu, FETÖ elemanları tarafından doğrudan halkın üzerine ateş açılmasıyla ve milli ordu envanterindeki F-16 uçakları kullanılarak parlamentonun bombalanmasıyla açıkça ortaya çıkmıştır.
Yine din adına ama bu sefer, diğerlerinden farklı olarak “din elden gidiyor” iddiasıyla değil, doğrudan dinin ve dindar görünümün ardına saklanarak yeni bir kalkışmaya imza atılmıştır.
Devletçe ve milletçe büyük bir facianın eşiğinden dönülmüş, 15 Temmuz FETÖ'cü hain kalkışma, milletimizin fedakarlığı ve mertliği sayesinde başarısızlıkla sonuçlanırken 300'den fazla vatandaşımız şehit bin beşyüze yakın vatandaşımız ise gazi olmuştur.
İngiliz derin devleti, Adnan Bey ve arkadaş camiamıza yönelik olarak kurgulayıp uygulamaya geçirdiği kumpas davasında da yüzyıllardan beri süre gelen geleneğini bozmamış ve her zaman olduğu gibi yine “din elden gidiyor”, “dini tahrip ediyorlar” provokasyonunu kullanmıştır.
Bu amaçla kontrolü altındaki bazı medya organlarına, gerek 11 Temmuz 2018'de gerçekleştirilen polis operasyonu öncesi yakın dönemde, gerekse operasyon sonrasında Adnan Bey'i ve camiamızı sözüm ona “dini tahrif etmekle” itham eden sayısız haber ve program yaptırmıştır.
Hatta özellikle Adnan Bey ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nı karşı karşıya getirmeyi amaçlayan sansasyon yaratacak iftira içerikli uydurma haberler kullanılmış, bu yolla Sayın Adnan Oktar ve arkadaş camiamız bazı bağnaz gurupların açık hedefi haline getirilmiştir.
Böylelikle camiamıza yönelik düzenlenecek operasyon için uygun ortam ve kamuoyu oluşturulmuş, ancak gerçekleştirilen polis operasyonunda ve sonrasında ise camiamız ile alakalı ne bir suç ne de suça ilişkin bir delil veya emareye rastlanmamıştır.
Deyim yerindeyse “elde var sıfır” durumuna düşmelerini örtbas edebilmek için de dikkat dağıtılmak istenmiş ve basına verilen demeçlerde bu operasyon sayesinde sözüm ona “dinimizi değiştirme çabalarının önüne geçildiği” ve güya “vatandaşların dini hassasiyetleriyle oynanmasına müsaade edilmeyeceği” tarzındaki açıklamalarının arkasına gizlenmeye çalışılmıştır.
Ancak gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi güzel bir özelliği vardır ve camiamıza yönelik bu büyük kumpası hazırlayıp uygulamaya geçirenler ile 3-5 kuruşluk menfaat için İngiliz derin devletinin yancılığını yapanlar yakın zamanda deşifre olacaklardır. Asil Türk Yargısına olan güvenimiz ve inancımız tamdır.
Değerli kamuoyunun bilgilerine saygılarımızla sunarız...