PROGRAMDA SAYIN HANDE FIRAT, SAYIN ABDÜLKADİR SELVİ, SAYIN GÜRKAN HACIR, SAYIN MURAT ÇELİK VE SAYIN MEHMET ŞAHİN, CAMİAMIZA YÖNELİK ÇOK SAYIDA GERÇEK DIŞI İTHAM VE İDDİALARDA BULUNMUŞLARDI.
Sayın Hande Fırat’ın sunuculuğunu üstlendiği ve 3,5 saat süren programın yaklaşık 1 saatlik bölümü camiamıza yapılan polis operasyonuna ayrılmıştır. Bu süre boyunca, camiamız hakkında dosyada yer alan birçok iddia dile getirilmiş, hatta dosyada yer almayan bazı iddialar bile ortaya atılmış, ancak aynı dönemdeki diğer yayınlarda olduğu gibi, bu iddiaların tümü kamuoyuna sanki ispatlanmış gerçekler gibi sunulmuştur. Yani programın konukları ve Sayın Hande Fırat milyonlarca kişinin önünde adeta bir mahkeme kurup süratle yargılama yapmışlar ve tarafımıza tek bir söz hakkı bile vermeden camiamızın mensuplarını bir nevi mahkum etmişlerdir. Masumiyet karinesini ve tüm basın ilkelerini açıkça ihlal etmişlerdir.
Bu nedenlerden ötürü, programda ileri sürülen asılsız suçlamalara cevap verme zorunluluğu doğmuştur. Ancak bu cevaplardan önce şunu da ifade etmek isteriz ki, linç kültürü, yargısız infaz, öfkeyle ve tek taraflı olarak olayları değerlendirme zihniyetinin yaygınlaşması herkesten önce buna vesile olanları da bir gün mağdur edebilir. Türkiye’nin acil ihtiyacı bu sevgisiz zihniyetin bir an önce son bulmasıdır, zira adalet ve hukuk, toplumsal barış ve güven, demokratik ilerleme ve özgürlük ancak sevgi, anlayış, şefkat, olgunluk gibi pozitif duygular üzerine inşa edilebilir. Aksinde ise ne hak ve özgürlüklerin gelişmesi ne de adalet ve hukukun sağlıklı işlemesi mümkün olur. Nitekim arkadaş camiamıza yapılan operasyonun ilk gününden itibaren yaptığımız bu çağrılarda ne kadar haklı olduğumuz takip eden günlerde açıkça ortaya çıkmıştır. Sosyal medyada oluşturulan yaygara, yönlendirilmiş haberler, sevgisiz odakların şamatasıyla insanları tutuklatmak, tutuklu yargılanmalarını adeta alkışlamak, adaletsizliğe kapı açmak dönüp dolaşıp bir çok gazeteciyi de bulmuştur. Bugün çeşitli kanallarda haklı bir heyecan ve telaşla haksız yere kendi gazeteci arkadaşlarının tutuklamalardan şikayet edenlerin, bundan iki yıl önce benzer uygulamaları destekleyen açıklamalar yapmış olmaktan dolayı kamuoyuna bir özür borcu vardır. Sadece kendi düşüncesinden insanların maruz kaldığı adaletsizlikleri gören diğer insanların yaşadığı hukuksuzlukları ise teşvik eden bir üslup devam ettiği müddetçe halkımızın yapılan demokrasi, hak, özgürlük, adalet, hukuk çağrılarını samimi bulması ise mümkün görülmemektedir.
Geçtiğimiz aylarda Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu isimli gazetecilerin tutuklanmalarına özellikle bir kısım medya mensuplarından ciddi tepkiler gelmiştir. Habercilik mesleğinin gereklerini yerine getirmekten başka bir eylemde bulunmadıkları belirtilen bu kişilerin haksız ve hukuksuz şekilde gözaltına alınıp tutuklandıkları ileri sürülmüştür. Bu yönde görüş bildiren kişiler arasında 12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında camiamıza yapılan aleni hukuksuzluklardan tek kelime bile bahsetmeden aksine bu hukuksuzlukları destekleyen hatta alkışlayan bir tutum içinde bulunan gazeteci Gürkan Hacır, Murat Çelik ve sunucu Hande Fırat da bulunmaktadır. Bu noktada, aşağıdaki tespitlerimizin önemi ve herkes tarafından yeniden değerlendirilmesi gerektiği bir kez daha anlaşılmaktadır.
11.07.2018 tarihli polis operasyonundan bu yana, mensuplarımız tarafından vurgulanan en önemli konulardan biri, camiamıza karşı yapılan hukuksuzlukların benzerlerinin, BU HUKUKSUZLUKLARA SEYİRCİ KALAN VEYA DESTEKÇİ ÇIKAN kesimlere de isabet edebileceği olmuştur. Bu nedenle camiamız, vatanımızı ve milletimizi seven her bireyi hiç vakit kaybetmeden, ülkemize ve AK Parti hükümetine zarar vermek isteyen odakların Türkiye’de yaygınlaştırmak istedikleri haksızlıklara, hukuksuzluklara ve acımasızlığa karşı mücadele vermeye çağırmıştır.
Tüm bu açıklamalarımız ve çağrılarımız maalesef çok az kişi tarafından dikkate alınmıştır. Operasyondan bu yana geçen 2 yıllık süreçte, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımıza karşı uygulanan linç kampanyası büyük ölçüde görmezden gelinmiştir. Ancak bugün, geçmişte yaptığımız açıklamaların ve çağrıların ne kadar isabetli olduğu net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Çünkü Türkiye’de, camiamıza karşı yapılan haksızlıkları ve hukuksuzlukları görmezden gelenler, sevdikleri veya aynı görüşleri paylaştıkları gazetecilerin haksız ve hukuksuz şekilde tutuklandıklarını ileri sürmektedirler. Suçsuz insanların zulme uğradıklarını ve toplumda bir korku atmosferi oluştuğunu belirtmekte, yetkilileri ve insanları bu tür tutuklamaların son bulması için harekete geçmeye çağırmaktadırlar.
Aşağıda Sayın Hande Fırat, Sayın Gürkan Hacır ve Sayın Murat Çelik’in gazeteci Barış Terkoğlu’nun tutuklanmasıyla ilgili yaptıkları bazı eleştirilerden alıntılar yer almaktadır:
Görüldüğü gibi Sayın Hande Fırat, Sayın Gürkan Hacır ve Sayın Murat Çelik tarafından yapılmış bu açıklamalarda, gazeteci Barış Terkoğlu’nun tutuklanması, "İFADEYE ÇAĞIRMA GİBİ BİR SEÇENEK OLDUĞU", "BİR GAZETECİNİN SABAHA KARŞI EVİNDEN ALINMASININ YANLIŞ OLDUĞU"gerekçesiyle ve ortada MİT Kanunu’na aykırı bir eylem olmasına rağmen ifade özgürlüğüne vurgu yapılarak eleştirilmiştir. "TUTUKSUZ YARGILAMANIN KANUNEN UYGULANMASI GEREKEN BİR HAK OLDUĞU", "DEMOKRASİ", İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ" gibi kavramlara dikkat çekilmiştir.
Ne var ki kendilerine yönelik bir durum olduğunda hak, hukuk, kanun ve adaletten olabildiğince dem vurmaktan çekinmeyen aynı gazeteciler CAMİA MENSUPLARIMIZIN, HİÇBİR SUÇA KARIŞMADIKLARI, HİÇBİR YERE KAÇMADIKLARI, ORTADA DEĞİL SUÇÜSTÜ, UYGUNSUZ BİR DURUM DAHİ OLMADIĞI, ÇAĞRILDIKLARINDA İLK İŞ OLARAK İFADE VERMEYE GİDEBİLECEKLERİ HALDE SABAHA KARŞI KOÇ BAŞLARIYLA KAPILARININ KIRILARAK ANİ BASKINLA GÖZALTINA ALINIŞ ŞEKİLLERİNE ya da ORTADA NE BİR SUÇ NE DE SOMUT BİR SUÇ DELİLİ OLMAKSIZIN TÜMÜYLE HAKSIZ VE HUKUKSUZ BİR BİÇİMDE TUTUKLANMALARINA hiçbir itirazda bulunmamışlardır.
Üstüne üstlük, söz konusu hukuksuzluklara olanca güçleriyle destek verdikleri, alkışladıkları programda, mensuplarımıza yönelik gözaltından sonra bazı arkadaşlarımızın salıverilme ihtimali dile getirildiğinde böyle bir durumla karşılaşılmaması temenni edilmiştir. Sokaktan geçen herhangi bir vatandaşın bile camiamıza yapılan operasyonda dini ve ultra modernliği bir arada yaşamamıza, kıyafet ve yaşam tarzımıza yönelik öfke ve tepkinin büyük rol oynadığını görmesine, yani fikirlerimiz ve hayat biçimimiz dolayısıyla tutuklandığımızı bilmesine rağmen, programdaki sayın gazeteciler her zaman savundukları fikir özgürlüğü, ifade özgürlüğü, insan hakları, adalet ve demokrasi gibi değerlerden nedense hiç bahsetmemişlerdir. Kendilerinden saydıkları kişilerin özgürlüğünü ve rahatlığını her platformda savunmalarına rağmen, camiamız mensuplarının hak ve hukukunu, özgürlüğünü ve rahatlığını hiç umursamamışlardır. Oysa, bu ayrımcı ve çifte standart yaklaşımın bir gazetecide en ziyade bulunması gereken samimiyet, dürüstlük, tarafsızlık, adalet, hakkaniyet ve insancıllık gibi vasıflarla ne yazık ki örtüşmediğini ifade etmek isteriz.
Barış Terkoğlu ve diğer gazeteciler için yapılan çağrılar bazı şeylerin değişmesine bugüne kadar hiçbir katkıda bulunmamıştır. Bunun en büyük sebebi de, toplumun genelinin çağrı sahiplerini bu konuda samimi ve gerçekleri anlatan kimseler olarak görmemeleridir. Aynı görüşte olmadıkları kişilere karşı yapılan haksızlıklara ve hukuksuzluklara ses çıkarmayan, ancak ibre kendi aleyhlerine döndüğünde hukuksuzluğu eleştirenlere halkımızın büyük bölümü itibar etmemektedir. Bu da son derece doğaldır. Çünkü insanlar samimi, dürüst, tutarlı, adil davranışları ve söylemleri dikkate alır ve onlara itibar ederler.
Bu itibarla, mensuplarımızın hukuksuz bir şekilde tutuklanmalarını coşkuyla karşılamış kişiler, gazetecilerin tutuklanması olayında toplumdan bekledikleri tepkiyi ve desteği maalesef alamamışlardır. Zira, halkımız camiamıza karşı yapılan haksızlıklara ve hukuksuzluklara seyirci kalan kimselerin işin ucu kendilerine dokununca yaptıkları çağrıları samimi bulmamıştır.
Bu aşamada, bazı şeylerin değişmesi ve iyileşmesi isteniyorsa yapılması gereken açıktır. Her şeyden önce adaletin sağlanması ve vicdanların rahat etmesi için 12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında hayatlarında hiçbir suça karışmamış, haklarında hiçbir yargı kararı bulunmayan, her biri suçsuzluk karinesine sahip, daha mahkemeleri bile görülmeye başlanmamış başta Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımıza karşı bir nevi yargısız infaz yapıldığı kabul edilmelidir. Sayın Abdulkadir Selvi, Sayın Gürkan Hacır, Sayın Murat Çelik, Sayın Mehmet Şahin ve Sayın Hande Fırat husumetli odakların ortaya attıkları iddiaları araştırmamalarından, ellerinde hiçbir delil olmadan bunları gerçekmiş gibi gündeme taşıyıp savunmalarından, mensuplarımızın haksız yere tutuklanmalarına destek verip ve onlara karşı sarf ettikleri hakaret içerikli ifadelerden dolayı camiamıza BİR ÖZÜR BORÇLUDURLAR.
Bu noktada, istedikleri takdirde camiamız hakkında ortaya atılan asılsız ve uydurma iddiaları çürüten tüm somut delillerimizi de kendilerine hemen sunabileceğimizi belirtmek isteriz. Ayrıca vurgulamak isteriz ki, böyle samimi bir özür milletçe birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde toplumumuzdaki sevgi, kardeşlik ve birlik ruhunun güçlenmesine ve tırmanmasına çok büyük bir vesile olacaktır.
Aslında buraya kadar anlattıklarımızı tek bir cümleyle özetlemek istersek temel evrensel bir kuralın karşımıza çıktığını görürüz: "SANA YAPILMASINI İSTEMEDİĞİN BİR ŞEYİ SEN DE BAŞKASINA YAPMA". Ünlü İslam alimlerinden Hanbeli mezhebinin kurucusu, müçtehit Ahmed b. Hanbel, “Ez-Zühd” adlı eserinde söz konusu kaideyi ortaya koyan şöyle bir rivayeti nakletmektedir:
“Bir kimse İsâ’ya (a.s) gelerek: “Ey hayırlı şeylerin öğretmeni, onu bana öğretir misin, o bana fayda versin, sana zarar vermesin.” İsa (a.s); “Neyi öğretmemi istiyorsun?” dedi. O kişi; “Bir kul Allâh’a (c.c.) karşı gerçekten nasıl takvâ (korkup sakınma) sahibi olur?” diye sordu. İsâ (a.s.) “Bu kolay bir iştir: Allah’ı gerçekten yüreğinle seversin. O’nun rızâsı için gücün yettiği kadar amel (hayırlı işler) işlersin. Kendi cinsinden olan bütün insanlara da, kendine merhamet gibi merhametli davranırsın” cevabını verdi. O kişi; “Aynı cinsten olandan amaç nedir? dedi. İsâ (a.s.); “Âdemoğullarının hepsi. “SANA YAPILMASINI İSTEMEDİĞİN BİR ŞEYİ SEN DE BAŞKASINA YAPMA. O ZAMAN ALLÂH’A KARŞI HAKKIYLA TAKVÂ SÂHİBİ OLURSUN” dedi. (Ahmed b. Hanbel, Kitabu’z-Zühd, Dâru’l-Ciyl, Beyrut 1414-1994, s: 113)
İnsanların kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyi, başkalarına da yapmamaları temel bir ahlaki kaidedir. Bu kaideyi yerine getiren her insan, hayatında karşılaştığı olaylarda her zaman olumlu, bereketli ve faydalı sonuçlar aldığına çok defalar şahit olmuştur.
Söz konusu programda gündeme getirilen asılsız ithamların ve iddiaların cevapları ise şöyledir:
Söz konusu programda Sayın Adnan Oktar’ın kendisini güya Mehdi olarak tanımladığı iddia edilmiştir. Sayın Adnan Oktar’ın hiçbir zaman bir “Mehdilik iddiası” olmamıştır. Mehdilik iddiası olmadığını birçok kez açıklamış, hayatı boyunca Mehdilik iddia etmeyeceğine dair de kamuoyu önünde defalarca yemin etmiştir.
Hal böyleyken, devam etmekte olan yargı sürecindeki müştekilerin de arkasına sığındıkları bu asılsız iddianın gündeme taşınmasındaki yegane amaç, haksız ve hukuksuz bir biçimde, Sayın Adnan Oktar’ı güya Mehdiliğini ilan ederek ülkenin yönetimini ele geçirmeyi hedefleyen bir kişiymiş gibi gösterebilmektir. Bu şekilde, Sayın Adnan Oktar, güya aynı FETÖ gibi devlete, hükümete ve millete yönelik bir tehditmiş gibi gösterilerek devletin kurumları bu sözde tehdidi ortadan kaldırmak için hamle yapmaya yönlendirilmektedir.
Sayın Adnan Oktar’ın, hiçbir şekilde bir Mehdilik iddiası olmadığına dair sayısız açıklamasından bazı örnekler şöyledir:
Ayrıntılı bilgi için bakınız :
(ÖNEMLİ NOT: Camiamıza yapılan hukuksuzluklara yönelik cevabi açıklamalarımızın bulunduğu sitelerimiz yine görülmemiş bir hukuksuzlukla sürekli erişime engellendiğinden bu linklere VPN programları vasıtasıyla girilmesi mümkündür.)
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında dekolte ve dansın yer aldığı A9 TV yayınlarının İslam’a büyük zarar verdiği ileri sürülmüştür. Bu değerlendirmeye katılmamız mümkün değildir. Şöyle ki;
Bilinçli ve ön yargısız bir biçimde izlendiğinde, A9 TV’nin dine zarar verecek bir kanal olmadığı kurulduğu tarihten 11.07.2018 tarihli polis operasyonuna kadar sürdürdüğü yayın politikasından hemen anlaşılmaktadır. Zira yapılan programlara bakıldığında, iddiaların aksine İslam’ı yüceltecek ve yayacak değerlere ve bilgilere yer verildiği kolaylıkla görülmektedir. Yaklaşık 7 yıl boyunca yapılan ve on binlerce saat süren Kuran mucizeleri, Kuran ahlakı, yaratılış delilleri, sanatın, sevginin ve kalitenin yaygınlaştırılması, adaletin tesis edilmesi, kardeşliğin ve birliğin hakim olması, Darwinist-materyalist ideolojilerin çürütülmesi ve devletin bölünmezliği konulu programları ve anlatımları tamamen görmezden gelmek ve bu süreçte toplam yayın akışında çok kısa bir süreyi kapsayan eğlence bölümlerini gerekçe göstererek, A9 TV aracılığıyla İslam’ın tahrif edildiğini iddia etmek samimi bir yaklaşım değildir.
Kaldı ki, A9 TV yayınları tüm kanallar gibi RTÜK denetimindedir. Yayın yaptığı yaklaşık 10 yıl boyunca sadece 3 defa, o da sosyal medyada bazı trollerin yaptığı yaygaranın neticesi olarak, uyarı almıştır. Diğer ulusal kanalların aldığı onlarca, yüzlerce program ve yayın durdurma ve milyonlarca liralık cezalar göz önünde bulundurulduğunda A9 TV yayınlarının hiç de iddia edildiği gibi olmadığı açıkça görülecektir. Velev ki A9 TV’deki bazı hanımların dekolte giyimleri ve dansları toplumun bir kesiminde rahatsızlık oluşturmuş olsa dahi bunun karşılığının 870 yıl hapis olması aklın, vicdanın ve hukukun kabul edebileceği bir durum değildir.
İnsanlara yıllarca evrim teorisinin çöküşünü anlatıp Allah’ın varlığını ortaya koyan, bir atomdan evrendeki dengelere kadar birçok yaratılış delilini gösteren, Müslümanları birlik olmaya, kardeşçe yaşamaya davet eden, sabrı, tevekkülü, hoşgörüyü, sevgiyi öğütleyen, devletin ve milletin birliğini vurgulayan, onları dinsizliğe sürükleyen ideolojilerin yanlışlarını anlatan bir kanalda dine nasıl zarar veriliyor olabilir? Eğer A9 TV’de on binlerce saat yapılmış dini ve bilimsel içerikli yayınlara rağmen, sadece kendi özgür iradeleriyle dekolte giyim tarzını tercih eden bazı genç kızların ve kadınların canlı yayınlara katılması güya dini tahrif etmek olarak yorumlanırsa, imani içerikli yayınların neredeyse hiç yapılmadığı, üstelik her gün dekolteli kadınların hem de çok daha abartılı ölçüde boy gösterdiği programların, aleni sevişme sahnelerinin bulunduğu film ve dizilerin yayınlandığı ulusal kanalların durumunu nasıl yorumlamak gerekir? Ulusal kanalların bu durumu ortadayken onlar hakkında hiçbir olumsuz yorum yapmayıp da her gün saatlerce dini, imanı ve yaratılışı anlatan A9 TV kanalının ara sıra, o da günde 1 saati bile bulmayan eğlence içerikli yayınları ya da dekolte kıyafetli katılımcıları nedeniyle dine zarar verdiğinin öne sürülmesi hiç de samimi ve akılcı bir yaklaşım değildir. A9 TV’deki dansın ve dekoltenin hikmetlerini;
... şeklindeki ana başlıklarla özetleyebiliriz.
Bu konuyla ilgili, daha detaylı bilgi edinmek için aşağıdaki linklerdeki açıklamalarımızı incelemenizi tavsiye ediyoruz
https://www.net-cevap.com/net-cevaplar/gercek-modernlik-islam-dinindedir
12.07.2018 tarihinde yayınlanan “Gece Görüşü” programında, camiamıza en çok varlığı iddia edilen şantaj arşivleri üzerinden suçlama yapılmıştır. Programda, operasyon sırasında 5-6 kamyon dijital arşiv materyali ele geçirildiği, bunun 1 kamyonunu güya şantaj eylemlerinde kullanılan materyallerin oluşturduğu, incelemeler bittiğinde birçok suç deliline daha ulaşılacağı ileri sürülmüştür. Hatta konuklardan bir bölümü dosyaya bile hiçbir zaman girmemiş olan, hayali bazı şantaj yöntemleri daha ortaya atmışlar, bunlara ait delillerin incelemelerde elde edilebileceğini söylemişlerdir.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, büyük operasyonların ilk günlerinde her zaman karşılaşılan bilgi kirliliği ve dezenformasyon camiamıza yapılan operasyonda da meydana gelmiştir. Özellikle operasyonun ardından gelen ilk 15 gündeki haberlere bakıldığında, her türlü suçlamanın kamuoyuna birbiri ardınca sunulduğu görülmüştür.
Öyle ki haberlerdeki içerik ve üslup, sanki dosyadaki her suçlamanın deliline operasyon sırasında ulaşıldığı izlenimi vermeyi amaçlamıştır. Bu yöntem klasiktir ve bu tür operasyonlarda kamuoyunu yönlendirmek için kullanılır.
İşte, Gece Görüşü programındaki konuklar da bu klasik algı yönteminden etkilenmişlerdir. Hatta Sayın Abdulkadir Selvi hiçbir zaman var olmamış şantaj arşivinin 1 kamyon içinde toplandığı şeklindeki tümüyle hayal mahsulü iddiayı dahi ileri sürebilmiştir. Yani operasyonun üzerinden henüz 1 gün geçmiş olmasına rağmen, daha incelemeler bile başlamamışken, nasıl olduysa güya hangi kamyonda ne olduğunu bile öğrenmiştir. Sonra da konuklar bu tür zanlardan hareketle birçok hayali ve uydurma suçlamalarda bulunmuşlardır.
Halbuki operasyonda camiamızın mensuplarından ele geçirilen cep telefonu, laptop, hard disk, cd-dvd gibi dijital materyallerden hiçbirinde suç deliline rastlanılmamıştır. Yapılan haberlerde kamuoyunda infial oluşturmak için kasıtlı olarak zikredilen şantaj-tecavüz görüntüleri içerikli dijital materyallerin tamamıyla hayali olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Şantaj ve tecavüz suçlamalarının, camiamızın sapkın bir suç örgütü gibi görülmesi için uyduruldukları bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Elbette ki A9 TV'nin zorunlu RTÜK televizyonculuk kuralları gereği günlük yayın akışını 24 saat kaydettiği çok sayıda yayın kasedi bulunmaktadır. Bunlar da kuşkusuz belli bir hacim tutmaktadır. Bu son derece meşru, legal ve kanuni bir zorunluluk olan A9 TV arşivini insanları yanıltmak ve infial uyandırmak kastıyla şantaj arşivi olarak nitelemek ise dürüstlükten, samimiyetten son derece uzak çok çirkin ve yanlış bir tavırdır
Bu gerçeklerin en somut delili iddianamenin kendisidir. İddianamede, yıllardır varlığı iddia edilen dijital şantaj arşivi hakkında tek bir kelime dahi kullanılmamıştır. Çünkü camia mensuplarımızdan hiçbiri bugüne kadar kimseye şantaj yapmamıştır. Kimsenin özel hayatını araştırmamış, gözetlememiş, kameraya almamıştır. Suçlamalar asılsız olduğu için hiçbir somut delili de bulunmamaktadır.
Kısaca, ortada değil 1 kamyon tek bir şantaj kasedi hatta tek bir şantaj görüntüsü bile olsaydı bunun medyada aylar boyunca belki binlerce kez tekrar tekrar gösterilmesi kaçınılmazdı. Ama, herkesin gördüğü üzere operasyonun üzerinden 2 sene geçmesine rağmen ortada ne iddia edildiği türden bir şantaj kaseti ne de görüntüsü yoktur.
Burada, program sırasında Sayın Hande Fırat’ın cep telefonuna gelen mesajda, 1999 yılında yapılan Bilim Araştırma Vakfı Operasyonu’ndaki emniyet ifadelerine dikkat çekilmesine ve bu ifadelerde şantaj listelerinin de itiraf edildiği yönündeki iddiaya da kısaca değinmekte yarar bulunmaktadır. 1999 yılında yapılan polis operasyondaki emniyet ifadeleri o dönem Adil Serdar Saçan'ın müdürü olduğu Organize Suçlar Şube'sinde işkence altında alınmıştır. Yargıtay kararında arkadaşımız Emre Çalıkoğlu’na yapıldığı tespit edilen bu işkenceler Adli Tıp raporlarıyla da kayda girmiştir.
28 Şubat döneminde, bugün AK Parti kadrosunda bulunan birçok kişi başta olmak üzere, toplumda etkin olan bazı Müslüman bireylere emniyette yapılan sistematik işkencelere Sayın Adnan Oktar ve birçok arkadaşımız da maruz kalmıştır. Söz konusu işkencelerde sakat kalmamak, hatta ölmemek için mensuplarımız ne isteniyorsa o yönde ifade vermişler, polis tarafından hazırlanmış düzmece ifadelere imza atmışlardır. Dolayısıyla, yayında konusu geçen sözde “şantaj yapılmış ünlü kişiler” listesi gerçekte asla var olmamıştır.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında, yıllardan beridir defalarca bilimsel olarak çürütülmüş bir iftira tekrar gündeme getirilmiş, bu iftira üzerinden bazı hayali senaryolar üretilmiştir.
Bilindiği gibi 1986 yılında Sayın Adnan Oktar “İbrahim milletindenim, Türk kavmindenim” sözü gerekçe gösterilerek cezaevine gönderilmiş, bununla da yetinilmemiş, düzmece bir sağlık raporu düzenlenerek akıl hastanesine kapatılmıştır.
İşte, bu sağlık raporu üzerinden, Sayın Adnan Oktar yıllarca karalanmak istenmiş, halkımıza karşı güya akıl sağlığı yerinde olmayan bir insan gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
Bu karanlık girişimler bazı insanları etkilediği gibi, programın konuklarını da etkilemiş olacak ki, yayın esnasında Sayın Adnan Oktar’ın sözde şizofren olduğu ve yargılama sürecinde ceza almamak için bundan faydalanmak isteyeceği bir kez daha konuşulmuştur.
HALBUKİ SAYIN ADNAN OKTAR’IN AKIL SAĞLIĞININ YERİNDE OLDUĞUNA DAİR 18 AYRI UZMAN HEKİM RAPORU, 5 AYRI TAM TEŞEKKÜLLÜ DEVLET HASTANESİ TARAFINDAN VERİLMİŞ SAĞLIK RAPORU VE 3 AYRI UZMAN MÜTALAASI BULUNMAKTADIR.
Aksi yöndeki iddialar net şekilde çürütülmüş, konu kapanmıştır. Nitekim, Sayın Adnan Oktar, cezai ehliyeti hakkında geçtiğimiz yıllarda basına yansıyan bazı gerçek dışı ve kötü niyetli haberler üzerine tam teşekküllü devlet hastanelerine ve ülkemizin önde gelen psikiyatristlerine başvurmuş ve sağlık kontrollerinden geçmiştir. Hepsinden de tamamen sağlıklı olduğu raporunu almıştır.
Sayın Adnan Oktar ile yüz yüze görüşen, kendisini bizzat muayene eden ve gerekli tıbbi tetkikleri yapan Türkiye’nin konusunda en yetkili uzman psikiyatristleri Sayın Adnan Oktar’ın akıl ve ruh sağlığının yerinde olduğuna, bu yönden hiçbir rahatsızlığının bulunmadığına ve kendisinin medeni haklarını kullanmasını engel bir durumun bulunmadığına dair raporlar vermiştir.
Prof. Dr. M. Kerem Doksat, Prof. Dr. Mansur Beyazyürek, Prof. Dr. Kemal Arıkan, Prof. Dr. Mustafa Bilici gibi önde gelen bilim insanlarımızın söz konusu raporlarına ek olarak Sayın Adnan Oktar tam teşekküllü devlet hastanelerinde de muayene olmuş, akıl ve ruh sağlığının yerinde olduğuna dair kendisine resmi heyet raporları verilmiştir.
Bu hastanelerin her biri alanında hakem görevi üstlenmiş ve nihai karar verici hükmünde olan hastanelerdir. Nitekim;
Ayrıca Sayın Adnan Oktar’ın cezai ehliyetinin bulunduğunu ve akli sağlığının tam manasıyla yerinde olduğunu tartışmasız biçimde ortaya koyan bu tıbbi raporlara ek olarak, Adli Tıp Uzmanları olan Ankara Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Başkanı Sayın Prof. Dr. Hamit Hancı ve Başkent Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanı Sayın Doç. Dr. Erhan Büken tarafından düzenlenen bilimsel görüşler de bulunmaktadır.
Tüm bunlar ortadayken veya bu delillerin varlığının öğrenilmesinden sonra ısrarla Sayın Adnan Oktar’ın akıl sağlığı konusunda asılsız iddialarda bulunmak sadece ve sadece art niyetli bir düşünce yapısının varlığına işarettir.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında, camiamız Amerika’da kendilerini zehirleyerek öldüren bir seks tarikatına benzetilmiştir. Bu benzetme çirkin ve mantık dışı bir benzetmedir. Programın akışında laf lafı açarken ortaya atılmış olup, hiçbir delile veya makul mantığa dayanmamaktadır.
Her şeyden önce camiamız bir tarikat değil, arkadaş grubudur. Tarikatların geleneksel özelliklerinden hiçbiri camiamızda bulunmamaktadır. Camiamız Allah’tan çok korkan, O’na aşık, O’nun rızası için yaşayan, bu nedenle de Allah tarafından helal kılınmamış hiçbir ilişki içine girmeyecek olan, intiharı da haram bir eylem olarak gören makul, aklı başında, sağlıklı, dindar, Müslüman bireylerden oluşmaktadır.
Ayrıca, tüm mensuplarımız inançlarını sadece kendi içlerinde yaşamakla kalmamakta, İslam’ı ve doğru bildikleri gerçekleri tüm insanlığa aktarmakta, yani ilmi ve kültürel yönden dünya çapında çok önemli hizmetler yapmakta olan kimselerdir. Maksatlı ve art niyetli olarak benzetilmeye çalışıldığımız tarikatlarda ise yaptığımız imani, bilimsel ve kültürel faaliyet ve hizmetlerin hiçbiri yoktur. Zaten, böyle bir amaç ya da kaygıları da bulunmamaktadır.
Burada yeri gelmişken belirtmemiz gerekir ki, ortaya attıkları asılsız tecavüz iftiralarıyla Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızı mahkum ettirmeye ve kendilerince itibarsızlaştırmaya çalışanların ellerinde tek bir somut belge, bulgu ve delil yoktur. Dosyadaki tecavüz suçlamaları tamamıyla hayali, gerçek dışı kurgulardan ibarettir.
Yazılı ve görsel medyada özellikle operasyonun ilk dönemlerinde ortaya atılan tecavüz videoları iddiasının uydurma olduğu dijital materyallerde yapılan incelemeler neticesinde anlaşılmıştır. Düzenlenen iddianamede bu tür tek bir delil dahi yoktur.
Dosyada tecavüze uğradığı yönünde ifade veren genç kızlar ise husumetli müştekilerin tehditleri ve baskılarıyla zorla şikayetçi yapılmış kişilerdir. Söz konusu genç, masum ve zavallı kızlar dosyada şüpheli konumuna düşüp tutuklanmamak, hapse girmemek ya da tutuklanarak gönderildikleri cezaevlerinden bir an önce kurtulabilmek için kendilerinden istenenleri yapmak, sözde itiraf adı altında istemeden de olsa arkadaşlarımıza tecavüz iftiralarında bulundukları ifadelerin altını imzalamak zorunda kalmışlardır.
Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için aşağıdaki linkteki açıklamalarımızı okuyabilirsiniz:
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında, arkadaşımız Oktar Babuna’yla ilişkili de asılsız iddialarda bulunulmuştur. En şiddetli kan kanseri tipine yakalanıp ilik nakli ile hayatta kalan Oktar Babuna’nın gerçekte kan kanseri olmadığı ima edilmiştir. 1999 yılında düzenlenen kan kampanyasında güya halkımızın aldatıldığı, Türk halkının gen haritasının çıkarılması için toplanan kanların yurt dışına kaçırıldıkları ileri sürülmüştür.
Bu iddiaların tümü gerçeklere aykırıdır. Delile de bilimsel temele de sahip değildir. Nitekim Türkiye’nin Ulusal Kemik İliği Bankası’nı kurmak ve lösemi hastalığına yakalanan vatandaşlarımıza şifa olabilmek amacıyla, 1999 yılı Mart ayı itibariyle kendisi de ölümcül lösemi hastalığına yakalanmış olan Dr. Oktar Babuna'nın ailesinin öncülüğünde, Devletin ilgili kurumlarının denetim ve kontrolünde büyük bir kampanya başlatılmıştır. Kısa zamanda yardımsever ve şefkatli Türk halkının büyük desteğiyle olağanüstü bir sivil hareket haline dönüşen kampanya, dönemin hükümetinden gazetecilerine, bakanlarından il sağlık müdürlerine neredeyse Türk halkının tamamının yoğun desteğiyle devam etmiştir. Öyle ki, 3 ay gibi kısa bir sürede yaklaşık 150.000 kişi kan taramasından geçirilmiştir.
Kampanya tamamen legal yollarla, devletin bilgisi ve kontrolünde yürütülmüştür. Kampanyanın sahibi ve para toplama ve harcama yetkilisi olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Vakfı tespit edilmiştir. Vakfın Başkanı ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı olan Prof. Dr. Faruk Erzengin çalışmaların başında yer almıştır.
Kampanyanın en önemli destekçisi de bizzat dönemin Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel olmuştur. Hatta Sayın Demirel 28 Mart 1999 tarihli demecinde şu sözleri sarf etmiştir:
“İlik Bankası’nın kurulmuş olması fevkalade iyi olur. Ben hem her türlü himayeyi, hem her türlü desteği veririm, yapılacak her kampanyaya katılırım. Nihayet bu bir milli dayanışmadır, bir sosyal olaydır. Temsil ettiğim devletin başı olarak her türlü desteği vermeye hazırım. Benden ne zaman ne isterseniz yanınızda bulacaksınız. Bu hareketi başarıya ulaştıralım.”
İstanbul’da düzenlenen ilk büyük kan alma organizasyonu Abdi İpekçi Spor Salonu’nda yapılmıştır. Mesut Yılmaz, eşi Berna Yılmaz ve ANAP yöneticileri bu organizasyonu sahiplenmiştir. Mesut Yılmaz’ın özel kalemi Sema Erdem ve ANAP Basın ve Halkla İlişkiler Danışmanı Hale Dicleli, kan alma organizasyonunda her şeyin bizzat kendileri tarafından planlandığını ve organize edildiğini çeşitli defalar kamuoyuna açıklamıştır. Bu organizasyon için gereken tüm Valilik izinleri de yine ANAP yetkilileri tarafından alınmıştır. İstanbul’un dışında 12 ayrı ilde de İl Sağlık Müdürlerinin izinleri ve katkıları ile kan alım organizasyonları düzenlenmiştir. Eskişehir Hava Kuvvetleri Komutanlığı, İzmit Jandarma Komutanlığı, İzmit 15. Kolordu Komutanlığı ve Gölcük Donanma Komutanlığı da kampanyaya katılarak binlerce gönüllü askerimizin kan vermesine vesile olmuştur. Toplanan kanlar Emniyet müdürleri talimatıyla polis eskortları eşliğinde havaalanına götürülmüş ve ANAP yöneticilerinin tahsis ettiği özel uçaklarla yurtdışına gönderilmiştir.
Zaten bu çapta büyük bir organizasyonun hiçbir aşamasının devletin bilgisi, kontrolü, izni olmadan yürütülemeyeceği de açıktır. Kampanya, her yönüyle devletin kontrolünde gerçekleşmiştir. Hiçbir usulsüzlük ve hukuksuzluk yapılmamıştır. Kampanyanın ilerleyen aşamalarında bazı dedikodular çıkmış ve bu sebeple kampanya, kampanyanın düzenleyicileri ve para toplamaya yetkili olan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Vakfı çeşitli denetimler ve soruşturmalardan geçmiş ancak bu süreçlerden hep aklanarak çıkılmıştır.
Tüm bunlardan da anlaşılacağı gibi, kanlarımızın, Türklere ait gen haritasının çıkarılması için yurt dışına kaçırılması da söz konusu değildir. Ayrıca böyle bir iddia zaten mantıksızdır. Nitekim, her bilinen ırkta olduğu gibi, Türk ırkında da karakteristik bir gen yapısı yoktur. Tarihin akışında ırklar birbiriyle tanışıp kaynaşmış, bu da ırka özel bir gen yapısını ortadan kaldırmıştır. Buna ilaveten, Türklerin gen yapısını incelemek için Türkiye’de toplanan kanlara da ihtiyaç olmadığı açıktır. Uzun yıllardır yurtdışında yaşayan ve yurtdışına çeşitli sebeplerle giden Türkler nedeniyle, böyle bir araştırmayı yapmak isteyecek insanların elinde her türlü veri aslında mevcuttur. Eğer hedeflenen gen incelemesiyse, yurtdışında tedaviye olan, tuvalete giden, kuaförde saç kestiren veya herhangi bir nesneye dokunan tüm Türkler gerekli veriyi zaten bu kişilere yıllardır sağlamaktadırlar. Özetle Oktar Babuna kan kampanyasının Türklere ait gen haritasının çıkarılması için yapıldığı iddiası da kamuoyunda infial oluşturmak için ortaya atılmış, bilime aykırı bir iddiadır. Ayrıntılı bilgi için bakınız:
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında camiamızın güya uluslararası istihbarat örgütleriyle beraber çalıştığı, ajanlık suçları işlediği yönündeki gülünç ve düzmece iddialar desteklenmiş, güya gerekli incelemeler yapıldığında bunlara ait delillerin de bulunacağı, hatta daha geniş çaplı bir suç ve ilişki ağının ortaya çıkarılabileceği ileri sürülmüştür.
Öncelikle, belirtmek gerekir ki delilsiz ve belgesiz bir biçimde bu tür şaibe uyandırıcı ifadelerle herkesi her konuda karalamaya çalışmak mümkündür. Halk arasındaki tabirle "dilin kemiği yok" mantığında boş bir biçimde konuşulduğunda, herhangi bir kişi de örneğin, Sayın Abdülkadir Selvi'nin farzı muhal Suriye istihbaratı adına çalıştığını, gerekli araştırmalar yapıldığında ilgili bağlantı ve ilişkilerin rahatlıkla ortaya çıkarılabileceği ve olayın aydınlanacağı gibi bir iddia da ortaya atabilir. Bu tür boş ve uydurma iddiaların hiçbir bilgi ve gerçeklik değeri olmadığı, bunlara itibar edilemeyeceği açıktır. Bu tür hikayelere aldanmanın da büyük bir saflık ve akılsızlık olacağı ortadadır.
Soruşturma dosyasındaki incelemelerin sonucunda da bu uydurma ajanlık iddialarını tamamen yalanlayan sonuçlar elde edilmiştir. Ajanlık suçlamalarının, istihbarat örgütleriyle bağlantı iddialarının hiçbir somut delili bulunamadığı gibi, bunları köklü olarak geçersiz kılan karşı-deliller dosyaya girmiştir.
Dosyadaki ajanlık suçlamaları sadece tek bir konu üzerinden kurgulanmıştır:
Yapılan kurguya göre, 30.01.2018 tarihinde Rusya’nın Soçi şehrinde Rus ve Türk Dışişleri Bakanları arasında gerçekleşen hayali bir gizli görüşmede konuşulanlar, güya orada bulunan bir Rus tercüman aracılığıyla Sayın Adnan Oktar’a iletilmiştir. Bir kısım basın da bu senaryoyu hemen sahiplenmiş, haberlere taşıyarak camiamıza karşı saldırıya geçmiştir. Halbuki soruşturma sürecinde, medyanın bahsetmek hiç işine gelmeyecek olan bazı gerçeklere ulaşılmıştır. Savcılık, Dışişleri Bakanlığı’na, iddialara konu görüşme ile ilişkili 2 soru sormuş, gelen cevap ise ajanlık suçlamalarını net bir şekilde yalanlamıştır. Aşağıda Dışişleri Bakanlığı’ndan dosyaya gönderilen ilgili cevabi yazılardan bölümler yer almaktadır:
Gelen bu cevaplardan açıkça anlaşıldığı üzere;
Tüm bunlar camiamıza yöneltilen ajanlık suçlamasının son derece zayıf kurgulanmış hayali bir senaryoya dayandırıldığını göstermeye yeterlidir.
Burada konuyla bağlantılı bir gerçekten daha bahsetmemiz yerinde olacaktır.
Sayın Adnan Oktar tüm insanlık için önemli gördüğü konularla bağlantılı olarak sadece eser yazmayı değil, insanlarla karşılıklı iletişim kurmaya da çok önem vermektedir. Bu nedenle de İslam’ı anlatmak, uluslararası platformlarda hükümetimize ve Sayın Cumhurbaşkanımıza yönelik ortaya atılan asılsız iddialara cevap vermek gibi amaçlarla karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak, dostluk bağlarını kuvvetlendirmek, bilgi kirliliğinden, aktarım yanlışlarından ve önyargılardan kaynaklanan düşmanlıkları gidermek için farklı ülkelerin önde gelen kişileriyle irtibata geçmiştir. Birçoğu arkadaşlarının girişimleriyle başlatılmış olan bu irtibatlar bazen telefon yoluyla, bazen mektuplaşmayla, bazen de karşılıklı görüşme olarak gerçekleşmiştir. Bu noktada belirtmemiz gerekir ki, Sayın Adnan Oktar İsrail’den hahamlarla neden görüşmüşse, Bektaşilerle, Rohingyalılarla, Arakanlılarla, Filistinlilerle, Şiilerle, Hristiyanlarla, İngilizlerle, İtalyanlarla, Amerikanlarla, Azerilerle, sanatçılarla, bilim insanları veya yazarlarla da aynı nedenlerle görüşmüştür.
Dosyada adı geçen müştekilerden bir bölümü ise, Savcılığı ve kamuoyunu aldatmak için Sayın Adnan Oktar’ın farklı ülkelerden bilim adamlarıyla, gazetecilerle, sanatçılarla, siyasetçilerle, dini liderlerle, araştırmacılarla olan görüşmelerin amacını çarpıtmaya çalışmıştır. Sayın Adnan Oktar’ın söz konusu kişilerle, onlara İslam’ı tanıtıp sevdirmek, ülkemizi, devletimizi, milletimizi savunmak ve hükümetimize, Sayın Cumhurbaşkanımıza oyun kuranların planlarını bozmak amacıyla görüştüğünü bilmelerine rağmen bu gerçekleri gizleyerek çirkin iftiralarda bulunmuştur.
Söz konusu müştekiler kurdukları çirkin plan doğrultusunda, Sayın Adnan Oktar gerçekte farklı kesimlerden, ülkelerden, dinlerden birçok insanla görüşme yapmışken, bu görüşmeler arasından yalnızca İsrailli yetkililerle ve hahamlarla yapılmış olanları ön plana çıkarmışlardır. Oysa, müştekilerin çarpıtılmış anlatımlarına bakılsa Sayın Adnan Oktar sadece İsrail ile temasa geçmiş bir kişiymiş gibi bir izlenim oluşmaktadır. Bu yanıltıcı anlatımlarda Sayın Adnan Oktar, güya İsrail’in menfaatleri için Yahudilerle yakınlaşan, onlarla birlikte hareket eden sözde siyonist düşüncede bir insan gibi yansıtılmaktadır. Müştekilerin böyle yapmalarındaki amaç ise, Müslümanlara geçmişten beridir telkin edilen İsrail karşıtlığını kullanarak kamuoyu tepkisini camiamıza yöneltmektir. Bu taktikle, bir kısım medya tarafından geçmişten beridir Sayın Adnan Oktar hakkında ortaya atılan sözde “İsrail’in adamı” yakıştırmasından da faydalanan müştekiler bu yönde gerçekdışı ve hayali senaryolar kurgulamışlardır.
Görülen odur ki dönem dönem ortaya atılan bu illüzyon 12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programının konuklarını da derinden etkilemiştir. Bazı safi niyetli kimseler gibi bu illüzyona kapılan Sayın konuklar da, ellerinde hiçbir delil olmadığı halde, yıllardır özellikle basından aldıkları telkinle camiamızın güya İslam’a ve devletimize zarar vermek için İsrail’le ve yabancı istihbarat örgütleriyle bağlantılı olduğu hikayesine ciddi biçimde inanmışlardır.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında ilk yıllarda anti-masonik çalışmalar yapan Sayın Adnan Oktar’ın ilerleyen süreçte “mason” olarak güya Siyonizme yenik düştüğü ima edilmiştir.
Bu iddia da yanlış ve ön yargılı bir değerlendirmeden kaynaklanmaktadır. Şöyle ki;
Bilindiği gibi Kuran’da herhangi bir kişi ayırt etmeksizin, herkesin öncelikle Allah’ın tek İlah olduğu gerçeğine davet edilmesi gerektiği öğütlenmektedir. Sayın Adnan Oktar da yaptığı çalışmalar ve yazdığı eserlerle hiçbir kimseyi ayırt etmeden, insanları İslam’a, Kuran ahlakına, birlik ve beraberliğe davet etmiş, bu düsturu, masonlarla iletişime geçmede de esas almıştır. Ancak, yalnızca masonlarla iletişime geçmek yetmemekte, localarda ilmi ve kültürel çalışmalarda bulunabilmek için “mason” olmak da gerekmektedir. Bu noktada Sayın Adnan Oktar’ın saygınlığını, samimiyetini ve çalışmalarının etkisini bilen ve Allah’a inanan bazı dindar mason locaları ona doğrudan 33. dereceden Üstad Mason ünvanı vermişler, böylelikle otomatikman localarını kendisinin faaliyetlerine açık hale getirmişlerdir.
Sayın Adnan Oktar, dünya çapında pek çok mason locası, bu localara mensup üstat masonlar ve tapınak şövalyeleri ile irtibata geçmiş, onlara eserlerini göndermiş, bazılarını misafir edip, ağırlamış ve canlı yayın programlarında kamuoyu önünde onlarla sohbet etmiştir. Masonlarla yapılan tüm canlı yayın programlarında, Kuran’dan ayetler, barış, kardeşlik, sevgi, şefkat, dünyada var olan savaşların ancak ve ancak birlik ve beraberlikle son bulacağı gibi konular konuşulmuştur. Davet edilen tüm mason ve tapınak şövalyelerine Kuran-ı Kerim verilmiş, Sayın Adnan Oktar’ın yabancı dillerdeki eserleri hediye edilmiştir. Böylesine sevgi ve saygı ortamı gören misafir masonlar ve tapınak şövalyeleri ise yaşadıklarından çok etkilenmişler ve İslam’a karşı kalben yakınlık duymuşlardır. Hatta arkadaşlarımızla birlikte namaz kılmışlar, kendilerine verilen Kuran-ı Kerim’i, localarında bulunan diğer Kutsal Kitapların yayına koymuşlardır. Böylelikle, Sayın Adnan Oktar’ın girişimleriyle mason localarına Kuran-ı Kerim’in alınması dünyada bir ilktir. Arkadaşlarımız da ABD'deki mason localarında Sayın Adnan Oktar'ı temsilen yaratılış gerçeği konulu konferanslar vermişlerdir.
Sayın Adnan Oktar, dostane çerçevede yapılan bu toplantıların neticelerini bazı canlı yayınlarda şu şekilde ifade etmiştir:
“Yaptığımız çalışmalar neticesinde, Mason localarında Kuran okunuyor, birçok mason namaz kılmaya başladı.” (Adnan Oktar, 15 Eylül 2015) “Yaptığımız çalışmalarla, Tapınak Şövalyelerinin toplantılarında da mason localarında da Kuran okunmasına vesile olduk.” (Adnan Oktar, 5 Ocak 2016) “Mason localarında yoğun tebliğ çalışması yaptık, birçok locada Kuran okunmasına vesile olduk.” (Adnan Oktar, 9 Ekim 2015) “Tüm mason localarında tebliğ yapma imkanına sahibiz, çok stratejik yerlerde Allah’ın birliğini, Kuran’ı ve İslam’ı anlatıyoruz.” (Adnan Oktar, 30 Kasım 2013) “Masonların kalbinin İslam’a ısınmasına vesile olduk. Mason localarında ilk defa Kuran hakikatleri anlatılmaya başlandı.” (Adnan Oktar, 9 Aralık 2016) |
Dünyada 2 türlü mason grubu bulunmaktadır. Bunlardan biri, ateist, Darwinist ve materyalist olanlar, diğeri ise Allah’ın varlığına inanan ve tüm inançlara saygı gösterenlerdir. Sayın Adnan Oktar, yıllar önce, kaleme aldığı eserlerinde sadece ateist, Darwinist ve materyalist olan masonları fikri zeminde eleştirmiş, yanlışları konusunda Kuran ile, bilimsel gerçekler ile uyarılarda bulunmuştur. Allah’ın varlığına inanan ve dünyada kardeşliğin ve barışın hakim olmasını isteyen masonlara ise her zaman şefkat göstermiş ve onları İslam’a davet etmiştir. Dolayısıyla, Sayın Adnan Oktar hakkında anti-mason ifadesinin kullanılması doğru değildir. Sayın Adnan Oktar ateist Masonlara karşıdır, inançlı ve kendi dinlerine bağlı masonlarla ise iletişime geçmekte, dünya barışı, refahı ve iyiliği adına onlarla birlikte ortak faaliyette bulunmakta İslam'ın ve insanlığın menfaatini görmektedir.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” isimli programda soruşturma dosyasında ceza kanunundaki tüm suç maddelerinin bulunduğu yönünde imalı bir açıklama yapılmış, böylelikle camiamız kamuoyuna, her türlü suça karışmış bir yapı gibi gösterilmek istenmiştir.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından 11.07.2018 tarihinde kamuoyuna yapılan söz konusu duyuruda mensuplarımızla ilişkilendirilen suçlamalarla ilgili bölüm şöyledir:
İstanbul Emniyet Müdürlüğünün kamuoyuna yönelik duyurusunda geçen tüm bu suçlamaların asılsız ve delilsiz olduğu soruşturma sürecinde net şekilde anlaşılmıştır. Ancak Savcılık kamuoyu tepkisinden çekinmesi nedeniyle ortada hiçbir somut delil olmamasına rağmen dosyadaki yalnızca soyut müşteki beyanlarına dayalı bazı suçlamalar üzerinden bir iddianame düzenlemiştir. Başta ortaya atılan suçlamalardan 30’u hakkında ise iddianamede tek kelime bile yer almamıştır.
Söz konusu hayali suçlamalar, operasyonun ilk günlerinde kamuoyunda arkadaş camiamızın sözde çok tehlikeli bir yapılanma olduğu izlenimi oluşturabilmek amacıyla birer propaganda malzemesi olarak medyaya servis edilmiştir.
Karşı karşıya kaldığımız bu son kumpas geçmişte camiamızla ilişkili birçok örneğine rastladığımız klasik komploların, karalamaların ve algı operasyonlarının olabildiğince çok hayali suçlamayla desteklenmiş bir versiyonudur. Husumetli müştekilerin yalanlarından ve onların tehditleri yüzünden zorla şikayetçi olmaya mecbur bırakılmış masum zavallı insanların delilsiz beyanlarından ibarettir.
Camiamıza kurulan komploya bakıldığında, “işi sağlama alalım” mantığıyla akla gelen tüm ağır suçlamaların devreye sokulduğu görülmektedir. Soruşturma süreciyle birlikte ortaya atılan terör örgütleriyle bağlantı, cinsel saldırı, küçük çocuklara cinsel istismar, casusluk, şantaj, silahlı suç örgütü kurmak, kara para aklamak, cinayet, tarihi eser kaçakçılığı gibi suçlamalar Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımıza saldıran odakların öfkeden adeta gözlerinin döndüğünü göstermektedir. Nitekim yürürlükteki komploda iftira atmada ipin ucu o kadar kaçırılmıştır ki, camiamıza hayatı boyunca hiç sempati beslememiş bazı insanlar dahi dosyadaki suçlamaları öğrendiklerinde “bu kadar da olamaz” demişlerdir. İngiliz derin devleti ve husumetli müştekiler yapılacak yargılamada en ağır cezanın çıkması için birbiri ardınca ortaya attıkları asılsız iddialarla dosyayı adeta tıka basa suçla doldurmaya çalışmışlardır. Tahminimizce dünya tarihinde üzerine bu kadar uydurma suç atılan başka hiçbir topluluk yoktur.
Tam da bu noktada büyük bir suç örgütü hayal etsek ve söz konusu örgütün üyelerinin ölene kadar 24 saat boyunca yemeden içmeden sadece suç işlediklerini varsaysak bile, dosyadaki suçların tümünü anlatıldığı şekliyle işlemeleri mümkün değildir.
Örneğin, bugüne kadar 350'ye yakın eser vermiş Sayın Adnan Oktar’ın kitap çalışmalarından, A9 TV canlı yayınlarından, yurt içi ve yurt dışından her gün ziyaretine gelen pek çok gazeteci, siyasetçi, akademisyen, vb. insanları ağırlamaktan, onlarla sohbet etmekten, röportajlar vermekten ve normal günlük hayatından arta kalan çok az bir zaman içinde kendisine atılı olan hayali suçları işlemesi her şeyden önce teknik olarak imkansızdır.
Özetle, dosyadaki hayali iddialar hiçbir ciddiyeti ve dayanağı olmayan gülünç bir düzeydedir. Komplonun varlığı ayan beyan ortadadır.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında Sayın Adnan Oktar’ın önce “Soykırım Yalanı” isimli bir kitap yazarak Yahudi soykırımını inkar ettiği, sonrasında ise aldığı tepkiler dolayısıyla “Soykırım Vahşeti” isimli kitabı yazarak fikirlerinden dönmek zorunda kaldığı ileri sürülmüştür.
Halbuki 1995 tarihli Soykırım Yalanı isimli kitap, Sayın Adnan Oktar’ın yazdığı bir kitap değildir. Söz konusu kitap Nuri Özbudak isimli bir kişi tarafından yazılmış ve Sayın Adnan Oktar’ın izni alınmadan basılmıştır. Söz konusu durum Sayın Adnan Oktar tarafından noter tasdikli belge ile protesto edilmiş ve kamuoyuna da birçok kez açıklanmıştır. Sayın Adnan Oktar resmi olarak Nuri Özbudak’ın kitaplarının editörlüğünü yapmak, yabancı dillere çevirmek, yabancı yayınevleriyle sözleşmeler yapmak ve ‘Harun Yahya’ müstear ismini bağımsız olarak kullanmak yetkilerini iptal etmiştir. Sayın Adnan Oktar’ın kendi fikirlerini ifade eden gerçek kitap “Soykırım Vahşeti” ismi ile daha sonradan basılmıştır.
Özetle, Sayın Adnan Oktar herhangi bir baskı nedeniyle fikir değiştirmemiş, gerçek fikirlerini kendisine ait kitaplar aracılığıyla okurlarına ulaştırmıştır.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında Sayın Adnan Oktar’ın ismini taşıyan 285 kitabın güya kendisi tarafından yazılmadığı da ima edilmiştir.
Sayın Adnan Oktar ile ilgili bu iddia asılsız olup, kendisinin kitap yazarken hangi yöntemleri kullandığını bilmemekten kaynaklanmaktadır. Sayın Adnan Oktar kamuoyunun önünde de birçok kez açıkladığı gibi kitap çalışmalarında bazı arkadaşlarımızdan teknik konularda önemli destek almaktadır. Kendisi kitabın konusuyla ilgili araştırmalara hiç girmemekte, bu çalışmaları kitabın konusuyla ilgili eğitime sahip arkadaşlarımız yapmakta, onlar gerekli bilgi ve belgeleri, resimleri, ilgili dokümanları toplamakta, bunları Sayın Adnan Oktar’a iletmekte, Sayın Adnan Oktar da bu bilgi ve belgeleri yorumlayarak kitabı tamamlamaktadır.
Bu yöntem, haliyle büyük bir vakit kazancına yol açmakta, böylelikle normal şartlarda birkaç ay ya da yıl sürecek kitap yazımı birkaç hafta içinde tamamlanmaktadır.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında camiamızın mirasta pay sahibi olmak için yaşlı ve zengin ailelerin tek çocuklarının peşine düştüğü, Sayın Adnan Oktar’ın ilk dönemlerde çok nitelikli gençleri güya ele geçirdiği, rahmetli Cevat Babuna’nın bu konuda Sayın Adnan Oktar ile çok mücadele ettiği gibi iddialar da ileri sürülmüştür.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, Sayın Adnan Oktar camiamızda yer almış ve halen yer alan kimselerden hiçbirini ele geçirmiş değildir. Burada kullanılan “ele geçirme” ifadesi, Sayın Adnan Oktar’ın sanki baskıyla, tehditle, hileyle, oyunla veya hukuk dışı yöntemlerle bazı kişileri yanına getirip zorla tuttuğu gibi yanıltıcı bir yönlendirme amacı taşımaktadır.
Oysa, gerçek bunun tam aksidir. Sayın Adnan Oktar ile tanışan ve onun arkadaş çevresine katılan herkes buna kendi özgür iradesiyle karar vermiştir. Bu kişilerden bir bölümü ilerleyen süreçte yine özgür iradesiyle ve çeşitli kişisel sebeplerden dolayı camiamızdan ayrılma kararı vermiştir. Sayın Adnan Oktar bugüne kadar hiç kimseyi ne camiamıza katılması ne de katıldıktan sonra mutlaka kalması için ısrar etmemiş, zorlamamıştır. Halen camiamız mensubu olan arkadaşlarımız Sayın Adnan Oktar’ı tanımış, kendisinin güzel ahlakına, müstesna kişiliğine, aklına, ilmine hayran kalmış, çok sevmiş, sohbetinden büyük keyif almış, onunla olan dostluklarını özgür iradeleriyle onlarca yıl sürdürmüş, bundan sonra da sürdürmekte kararlı olan kimselerdir.
Camiamızın zengin ve yaşlı ailelerinin tek çocuklarını ele geçirmeye çalıştığı iddiası da asılsızdır. Türk halkının aile kurumuna değer verdiğini bilen komplocular, camiamızı aileleri hedef alan karanlık bir yapılanma gibi göstermek için “mirasa çökme” şeklinde tabir edebileceğimiz bir suçlamada bulunmuşlardır. Halbuki bu suçlama biraz düşünüldüğünde hem mantıken hem de yaşanan somut örneklerden hareketle kolaylıkla çürütülebilmektedir. Camiamızda tek çocuklu zengin aileden gelen insan sayısı çok azdır. Bu gerçeğe ilaveten camiamızda çok çocuklu fakir ailelere mensup çok sayıda insan da bulunmaktadır. Camiamızın tek çocuklu, zengin ve yaşlı ailelerin peşine düşme gibi bir stratejisi yoktur. Buna ihtiyacı da yoktur. Camiamızdaki insan profili bu gerçeğin en net delillerinden biridir. Ayrıca insanların ne zaman ölecekleri, öldükleri zaman zengin olup olmayacakları da belli değildir. Hangi yapı veya kişi açısından olursa olsun, belki birkaç on yıl alabilecek, nasıl sonuçlanacağı kestirilemeyecek böyle bir süreç için planlar kurmak, bu uğurda birçok riski göze alıp zengin ailelerin çocuklarına ulaşmaya çalışmak mantıklı bir hareket değildir.
Sayın Adnan Oktar'ı en başından destekleyen Rahmetli Cevat Babuna, Adnan Oktar beyi çok seven, defalarca kendi evinde sofrasında misafir etmiş, televizyon programlarında kendisini canla başla savunmuş, Adnan Oktar Bey’in kitaplarından faydalanarak kitap yazmış çok kıymetli bir büyüğümüzdür. Babuna ailesiyle ilgili son yıllarda basına yansıyan bazı olaylar ise arkadaşlarımızdan oğlu Oktar Babuna'yla aralarındaki bazı kişisel ve ailevi geçimsizliklerden ibarettir.
Bilindiği gibi, Semin Babuna ve merhum Cevat Babuna, Sayın Adnan Oktar’ın arkadaşları arasında bulunan Tuba Örmen, Fatma Ceyda Ertüzün, Oktar Babuna, Hüma Babuna ve Eda Babuna’nın anne ve babasıdır. Fatma Ceyda Ertüzün ise yine uzun yıllardır müvekkili seven Erdem Ertüzün isimli kişinin annesidir.
Semin Babuna ve merhum Cevat Babuna çocuklarının camiamızı tanımasından itibaren yaklaşık onlarca yıl boyunca ve açık bir şekilde Sayın Adnan Oktar’ı desteklemişler, ona olan güvenlerini ve sevgilerini defalarca dile getirmişlerdir. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız hakkında açılan dosyalara gönderdikleri dilekçeler ve merhum Cevat Babuna’nın artık faaliyet göstermeyen “Kanal 6” isimli özel televizyon kanalındaki bir programda yaptığı konuşma bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
2006 yılından sonra Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarına iftiralar atmaya başlayan merhum Cevat Babuna’nın Kanal 6 Televizyonu’nda 06.02.2000 tarihinde katıldığı “Objektif” isimli programdaki açıklamaları camiamızı ne kadar çok sevdiğinin somut bir delilidir. İlgili konuşmanın bir bölümünde şu ifadeler geçmektedir:
“Bu bu çocukların hepsinin fevkalade iyi ailelerden geldiğini, fevkalade iyi yetiştiklerini... yani temenni edilecek vasıflara sahip insanlar. Bunları ben milli, manevi değerlere bağlı, memleketini seven, fevkalade dürüst, ahlaklı kimseler olarak aylarca beraber kalmak suretiyle tanıdım. Aylarca, bir gün, 2 gün değil.”
Görüldüğü gibi merhum Cevat Babuna, 2000 yılındayken camiamızı öve öve bitirememiş birisidir. Sayın Adnan Oktar’ın eserlerini tavsiye etmekte ve arkadaşlarımızın güzel ahlaklı, kültürlü, eğitimli, başarılı, vatanına milletine faydalı tertemiz gençler olduklarını ifade etmektedir.
Semin Babuna da geçmişte aynı merhum Cevat Babuna gibi Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımıza açık destek vermiş ve onlara olan güvenini dile getirmiş bir insandır. Bu destek ve güven, Lütfiye Semin Babuna’nın, bazı mensuplarımızın şüphelisi oldukları İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’na kayıtlı 2002/359 no’lu dosyaya sunduğu dilekçelerden birine şöyle yansımıştır:
“En baştan belirtmeliyim ki ben bu insanları, eşimin Bilim Araştırma Vakfı’nın bilimsel çalışmalarına katılımından dolayı yıllardır tanıyorum. Bu nedenle de yapılan suçlamaların hiçbirisinin doğru olmadığını biliyorum. Ayrıca ortaya atılan iddiaların gerçek olmadığını bilmemin bir diğer sebebi, bu davanın ne kadar anlamsız gerekçelerle yürütüldüğünü ve örgüt suçlamasının da nasıl kanuna aykırı temellere dayandırıldığını şahsi tecrübelerimle görmüş olmam."
"Ayrıca eşim ve ben Sayın Adnan Oktar’ı da tanır, sever ve kendisine büyük hürmet duyarız. Adnan Bey gibi kültürlü ve saygın bir insanı sadece Türkiye’de değil, dünyanın herhangi bir ülkesinde de bulmak son derece güçtür. Kendisiyle tanışmak bizim için büyük bir şeref oldu. Eserleri dünyanın hemen her yerindeki insanlar tarafından biliniyor ve okunuyor. Hatta bildiğim kadarıyla birçok Avrupa ülkesinde en çok okunan eserler arasında yer alıyor…” (Semin Babuna’nın Adil Yargı Adalet Komisyonu Başkanlığına yazdığı 27 Nisan 2002 tarihli dilekçesinden alıntıdır.)
Rahmetli Cevat Babuna da eşi Semin Hanımefendi de hem arkadaşlarımızın ailesi olarak hem de dindar, saygın, güzel ahlaklı büyüklerimiz olarak bizler için çok kıymetli ve değerlidir. Bizlerin onlara sevgisi ve saygısı bakidir, aramızı açmak için fitne sokmaya çalışanların gayretleri ise boşunadır.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında camia mensuplarımızın yakışıklı, güzel, bakımlı ve kaliteli insanlardan oluştuğu belirtilmiş, ancak güya bu görünüm ve yapıyla insanların tuzağa düşürüldükleri ileri sürülmüştür.
Bu iddia da, yıllardır camiamızı karalamak isteyen odakların kamuoyuna yaptıkları telkinler sonucunda ortaya çıkan ve ön yargılı bir bakış açısının eseri olan bir iddiadır. Camia mensuplarımızın güzel, yakışıklı, bakımlı ve kaliteli insanlardan oluşması, İslam’ın hayatımızda yol açtığı olumlu değişikliklerin bazı yansımalarıdır. Nitekim Allah Kuran’da, Kendisine iman eden ve Kendi rızasını arayan kullarına güzel bir hayat yaşatacağını vadetmiştir. Aynı zamanda onların temiz olmalarını, temiz ortamlarda yaşamalarını ve bulundukları ortamları güzelleştirmelerini emretmiştir. Bu yüzden de mensuplarımız güçleri yettiğince temiz, kaliteli ve bakımlı şekilde hayat sürmektedirler. Allah’ın nasip ettiği imanın bir yansıması olarak da fiziken daha gösterişli bir görünüme bürünmektedirler.
Camia mensuplarımızın temiz, bakımlı, güzel veya yakışıklı olmaları insanları etkiliyorsa ve bize yakınlaştırmada etkili oluyorsa, bu bir suç değildir. Zira her insan yaratılışı itibariyle kaliteden, temizlikten ve güzellikten hoşlanır. Bu, insan fıtratının doğal bir sonucudur. Bu durum, bu özelliklere sahip mensuplarımız tarafından onlara tuzak kurulduğu gibi mantıksız bir iddiayla asla açıklanamaz.
Örneğin “Gece Görüşü” programını sunan Sayın Hande Fırat hanım da son derece bakımlı, güzel ve kaliteli bir insandır. Bu özellikleri de, elbette ki insanların genelinin onu beğenmelerine, bir bölümünün ise onunla tanışmak için istek duymalarına yol açmaktadır. Burada Sayın Hande Fırat için güzelliğini, temizliğini veya kalitesini kullanarak insanlara tuzak kurduğu yönünde bir iddia nasıl ortaya atılamazsa, camia mensuplarımız için de böyle bir iddia ortaya atılmamalıdır. Özetle camiamızın hiçbir mensubu kaliteli, güzel, bakımlı olmasını asla insanları kandırmak için kullanmamaktadır. Camiamızın her şeyden önce bir dünya görüşü vardır ve esas olarak buna dikkat edilmelidir. Bugün bizimle arkadaş olan insanlardan bazısı belki ilk başta temizliğimizden, görünümümüzden etkilenerek bize yanaşmış olabilir, ancak camiamız içinde kalmalarının ana nedeni dünya görüşümüz, bu görüşümüzün yansıdığı hayat şeklimiz ve güzel ahlakımızdır.
12.07.2018 tarihli “Gece Görüşü” programında camiamızın devletin kurumlarına sızdığı da ima edilmiştir.
Camiamızın devlete sızma gibi bir girişimi veya hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Sayın Adnan Oktar’ın ve arkadaşlarımızın hiçbir dönemde siyasete atılma, devleti yönetme gibi bir amaç ve iddiaları da olmamıştır. Sayın Adnan Oktar çok geniş çevresi, seveni, sayanı, itibar edeni olmasına rağmen bugüne kadar ne bir siyasi parti kurmuş, ne bir partiye mensup olmuş ne de siyasi bir faaliyet yürütmüştür. 40 yıllık ilmi faaliyeti boyunca hayatını imani eserler yazmaya, insanlara yazılı ve sözlü İslam'ı anlatmaya adamış bir insandır. Devlete sızma gayretinde olan bir kişinin böyle bir yol izlemeyeceği, bambaşka yöntem ve faaliyetler izleyeceği çok açıktır.
Aynı şekilde, ne siyasette ne hükümette ne devlet kurumlarında ne yönetim kademelerinde ne resmi mercilerde bulunan tek bir arkadaşımız dahi yoktur. Oysa, devlete sızma gibi hedefi olan bir topluluğun on yıllardır devlet kademelerinde, resmi makamlarda tek bir mensubunun dahi olmaması mümkün değildir. Bu durum da söz konusu iddianın ne derece boş ve uydurma olduğunun en açık göstergesidir.
Devlete sızmanın ne demek olduğunu en belirgin ve net örnek olarak FETÖ'de açık seçik görmekteyiz. FETÖ her türlü resmi kuruma, siyasete, bürokrasiye, askeriyeye on yıllardır onbinlerce elemanıyla sızmış ve hala da temizlenememiş bir terör örgütüdür. FETÖ'nün tam zıttı olan ve devlette tek bir mensubu bile bulunmayan camiamızın ise devlete sızma kavramıyla uzaktan yakından ilgisinin olamayacağı çok açıktır.
İddianamede bu iddialar mesnetsiz bir biçimde ortaya atılmakla birlikte bu iddiaları doğrulayacak tek bir belge veya delile dahi yer verilmemiştir. Bu tür iddiaların ortaya atılmasındaki en büyük amaç, camiamızı güya FETÖ gibi tehlikeli bir yapılanma gibi göstermeye çalışarak devletin karşı tedbir almasını ve aleyhimizde harekete geçmesini sağlayabilmektir.
Kamuoyunun bilgisine saygılarımızla sunarız.