İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Sayın Adnan Oktar ve birçok arkadaşımızın yargılandığı davanın 03.03.2020 tarihli duruşmasında Altuğ Revnak Eti ve Burak Abacı isimli arkadaşlarımız ile birkaç yıl önce camiamızla bağlantısını kesmiş Ceyhun Gökdoğan ifade vermişlerdir. Her üçü de uzun yıllar boyunca vakıf camiamızın içinde yer almış ve gönüllü olarak birçok sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunmuş insanlardır.
Burak Abacı ve Altuğ Revnak Eti isimli arkadaşlarımız İngiliz derin devletinin camiamıza karşı kurduğu komploda kullanılan iftiralar neticesinde gerçekleşen 11.07.2018 tarihli polis operasyonunda birçok arkadaşımız gibi tutuklanarak cezaevine gönderilmişlerdir. Burada her tutuklu ve hükümlü gibi cezaevinin zorlu ve ürkütücü koşullarıyla baş başa kaldıkları gibi, Özkan Mamati isimli husumetli müştekinin kontrolünde hareket eden Av. Celal Ülgen, Av. Hüseyin Küçük ve Av. Fuat Selvi gibi avukatların baskı, tehdit ve korkutmalarıyla da karşılaşmışlardır. Hiçbir suçları olmamasına rağmen haksız yere ceza alacaklarıyla ve uzun yıllar boyunca cezaevinde kalacaklarıyla korkutulmuşlardır. Bu durumdan tek kurtuluşun ise arkadaşlarına iftira atmakla mümkün olabileceği yalanına inandırılmışlardır.
İlk aylarda zorlu cezaevi koşullarına ve sözde itirafçı olmaları için yapılan baskılara direnen Altuğ Revnak Eti ve Burak Abacı daha sonrasında özgürlüklerine kavuşmak için kendilerinden istenenleri yapmaya mecbur edilmişlerdir. Cezaevinden tahliye edilmek için hiç işlemedikleri suçları üstlenmişler, Sayın Adnan Oktar’a ve uzun yıllardır tanıyıp güvendikleri, kardeşleri gibi sevdikleri dostlarına asılsız suçlamalar yapmak, iftiralar atmak zorunda kalmışlardır. İngiliz derin devletinin camiamızı dağıtmak için kurguladığı komploya acımasız yöntemlerle alet edilmişlerdir.
Avukatlık mesleğini icra eden Ceyhun Gökdoğan ise operasyon sonrasında yaşanan tutuklamaların kendi başına gelmemesi, ailesinin olası bir tutuklamanın ardından mağdur olmaması içinoperasyonun hemen ardından emniyete ifade vermek için başvurmuş ve etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmıştır. O da, camiamızla ilişkisini kestiği 2013 yılından bu yana bizlerle arasında hiçbir sorun yaşamamasına, camiamızdan en küçük bir zarar görmemiş olmasına rağmen dosyadaki klasik yalanları, iftiraları ve çarpıtmaları duruşmada anlattığı hikayeler arasında mecburen tekrar etmiştir.
İşte, iftira içerikli bu hikayelerden bir bölümü, her zaman olduğu gibi, medya tarafından camiamıza yönelik 2 yıldır yürütülen karalama ve linç kampanyası kapsamında kamuoyuna servis edilmiştir. Dolayısıyla, söz konusu haberlere karşı cevap hakkımız doğmuştur.
Camiamıza kurulan komploda, kamuoyunda infial oluşturmak için kullanılan asılsız ve çirkin iftiralardan biri de, 18 yaşından küçük çocuklara yönelik cinsel saldırı/istismar suçlamasıdır.
Hiçbir maddi delil ve dayanak gösterilmeden yalnızca yalan beyanlara dayandırılan bu iddia tamamen asılsızdır. Dosyada bu iddiayı doğrulayacak tek bir somut delil yoktur. Olmaması da gayet doğaldır, çünkü Sayın Adnan Oktar ve diğer tüm arkadaşlarımız kimseye cinsel saldırı ve istismarda bulunacak yapıda insanlar değildirler. Allah’a iman eden ve O’ndan korkan insanlar olarak hayatları boyunca büyük-küçük hiçbir suça karışmamışlardır.
Sayın Adnan Oktar'ın her zaman çok hassas olduğu ve özel önlem aldığı önemli bir husus vardır: Bu da, kendisiyle tanışmaya gelen kişiler arasında, yanlarında ailesi ya da yakınları bulunmayan 18 yaşından küçük yaşta çocuklarla kesinlikle görüşmemesi ve tek başına kalmamasıdır. Sayın Adnan Oktar'ın gerek A9 TV stüdyosunda gerekse başka yerde yaşı 18'in altındaki çocuklarla ancak bu şekilde tanışıp görüştüğü, o da herkesin içinde en fazla birkaç dakikalık hal hatır sorma, karşılıklı iyi niyet temennileri şeklindeki kısa sohbetten ibaret olduğu kendisini biraz bile tanıyan herkesçe bilinen bir gerçektir.
Bu gerçeğe rağmen, camiamızı güya sapkın bir yapılanma gibi göstermeyi planlayan İngiliz derin devleti ve ülkemizdeki uzantıları, bazı zavallı genç kızları tehdit edip korkutarak dava dosyasını camiamız mensupları hakkında sözde cinsel saldırı/istismar şikayetleriyle doldurmak için harekete geçmiştir. Bu doğrultuda, tehdit ve baskılarla müşteki yapılan genç kızların bir bölümüne de güya 18 yaşından önce sözde örgüt mensupları tarafından cinsel saldırı veya istismara uğradıkları yönünde ifadeler verdirilmiştir.
Arkadaşımız Altuğ Revnak Eti mahkemede verdiği ifadesinde geçmişte yaşandığını iddia ettiği hayali bir olayı anlatmıştır. Söz konusu anlatıma göre; Sayın Adnan Oktar ve bazı arkadaşlarımızın güya "Altuğ Revnak Eti’ye yöneticisi olduğu Doğa Bilimleri Derneği aracılığıyla okullarda verdiği konferanslarda tanıştığı kız veya erkek çocuklarını neden tanıştırmadığını" sormuşlardır. Oysa, bu tamamen hayali bir hikayedir, camiamızın hiçbir mensubu hiçbir zaman, ne Altuğ Eti'den ne de başka birinden böyle bir talepte bulunmamıştır. Kaldı ki eğer, Sayın Adnan Oktar ve camiamızın iddialarda öne sürüldüğü gibi, insanlar üzerinde herhangi bir sözde baskı ve tehdit uygulaması olsaydı, Altuğ Eti'nin bugüne kadar okullarda verdiği binlerce konferansta tanıştığı yaşları 18'den küçük onbinlerce öğrenciden en azından bir kısmını bizlerle tanıştırmış olması gerekirdi. Oysa, camiamızla tanıştırmış olduğu o şekilde tek bir kişi dahi yoktur. Zaten kendisi de mahkemedeki ifadesinde "BEN KİMSEYİ (SÖZDE) ÖRGÜTE GETİRMEDİM", "9000 KONFERANS YAPMIŞIM, BİR KİŞİYİ GETİRMEMİŞİM" sözleriyle bu gerçeği belirtmektedir.
Dahası, Altuğ Revnak Eti’nin etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanmaya karar verdikten sonra emniyette verdiği ifadesinde yaptığı bir başka açıklama da Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızın yaşı küçük kızlarla görüşmeme konusundaki hassasiyetini ortaya koymaktadır.
Söz konusu ifade tutanağında Altuğ Revnak Eti, geçmişte 17 yaşındaki bir modeli A9 TV yayınlarına getirmek istediğini, ancak o dönemde kanaldaki yayınlara çıkacak kişileri organize ettiği ileri sürülen Ümit Kuruca’nın, 18 YAŞINDAN KÜÇÜK KİŞİLERİN SADECE AİLELERİNİN İZNİYLE VE EŞLİĞİNDE KANALA GELEBİLECEKLERİNİ SÖYLEDİĞİNİ” belirtmiştir. Görüldüğü gibi, ne Sayın Adnan Oktar ne de diğer arkadaşlarımız, değil yaşı küçük kızlarla tanışıp görüşmek, binlerce kişinin canlı olarak izlediği televizyon yayınlarına dahi ailesinin izni ve refakati olmadan çıkmasına izin vermemektedir.
Altuğ Eti'nin bu ifadeleri de, 18 yaşından küçük çocuklarla ilgili olarak dosyaya kasıtlı olarak sokulmuş suçlamaların gerçek dışı olduğunun bir başka kanıtıdır. Aynı zamanda dosyada bahsi geçen S. M. isimli kız üzerinden camiamıza atılmaya çalışılan iftira senaryolarını da geçersiz kılmaktadır.
Camiamıza yönelik düzenlenen kumpas kapsamında dosyaya giren müşteki ve sözde itirafçı ifadelerinde bu türden birbirini çürüten çok fazla çelişki ve tutarsızlık bulunmaktadır.
KUMPASÇILAR, SAYIN ADNAN OKTAR VE ARKADAŞLARIMIZIN EN YÜKSEK CEZALARA ÇARPTIRILMALARINI SAĞLAYABİLMEK AMACIYLA İFTİRANIN BOYUTUNU OLABİLDİĞİNCE BÜYÜK TUTMAYA ÇALIŞARAK ÇOK SAYIDA ABARTILI VE UÇ YALANA BAŞVURMUŞTUR. ANCAK, BU YALANLAR DOĞAL OLARAK BİR YERDEN SONRA İÇİNDE ÇIKILAMAYACAK TUTARSIZLIK, ÇELİŞKİ VE MANTIKSIZLIKLARI DA BERABERİNDE GETİRMİŞTİR. KUMPASÇILAR BU GERÇEĞİ EN BAŞTA HESAP EDEMEMİŞTİR.
Dosyada bir müşteki tarafından yapılan suçlama dosyanın başka bir yerinde geçen diğer bir müşteki açıklamasıyla çelişerek kendiliğinden geçersiz kılınmaktadır. İftiralar, suçlamalar, asılsız iddialar birbirini yalanlamaktadır. Daha önceden defalarca beyan edildiği üzere ve tüm delilleriyle ortada olduğu gibi camia mensuplarımızın 18 yaşından küçük çocuklar konusunda kanunlara aykırı hiçbir zaman hiçbir durum yaşanmamıştır.
Altuğ Eti, mahkemedeki ifadelerinin birkaç yerinde aynı konuyla ilgili olarak "rica" ve "talimat" terimlerini birlikte geçirme gibi bir çelişkiye düşmektedir. Örnekler şöyledir:
– "Amerika'ya ben zaten kendim giderken "BAZEN RİCA", "BAZEN TALİMAT" ŞEKLİNDE görüşmelere katılmam talep edilirdi."
– "Ben görev verilen biri değilim. Kimseyi bulamadıklarında son "TALİMAT VERDİKLERİ" YA DA "RİCA ETTİKLERİ" kişiydim."
Normalde "rica" ve "talimat" kelimelerinin tümüyle zıt anlamlar taşıdığı herkesin bildiği, bir konudur. Aynı konuda, aynı kişiye hem rica edilmesi hem de talimat verilmesi son derece mantıksız bir durumdur.
Eğer, örgütsel bir yapıda, iki kişi arasında hiyerarşik bir yapı, bir emir-komuta ilişkisi varsa ve ortada yapılması zorunlu bir iş devarsa "rica" diye bir şeyin söz konusu olmayacağı, "talimat" olması gerektiği ortadadır. İki kavramın bir arada olamayacağı da açıktır. Yani, HİYERARŞİK BİR ÖRGÜTSEL YAPIDA YAPILMASI ZORUNLU OLAN BİR KONUDA HİÇBİR ZAMAN RİCA EDİLMEZ, KESİNLİKLE TALİMAT VERİLİR.
Dahası, Altuğ Eti "kimseyi bulamadıklarında" demektedir. Yani, önemli bir görüşmenin yapılması için ortada son çare olarak Altuğ Eti varsa ve iddia edildiği gibi de bir örgüt yapılanması varsa, kendisine doğrudan o konuda emir ve talimat verileceği, olayın onun tercihine bırakılmayacağı, kendisinden kibarca rica edilmeyeceği açıktır.
Belli ki Altuğ Eti, kendi kişisel işleri için gittiği ABD'de, hazır orada olduğu için kendisinden vakıf faaliyetleri ile ilgili bazı sosyal ve kültürel görüşmelere de katılması arkadaşlarımız tarafından rica edilmiştir. Altuğ Eti de bu konuyu mahkemede doğal akışında dile getirirken HER KONUYU SÖZDE ÖRGÜTE BAĞLAMAK ZORUNDA OLDUĞU AKLINA GELDİKÇE cümle aralarına örgütsel hava katacak "talimat" kelimesini eklemiştir. Olay bundan ibarettir. Öyle ki tamamen zıt anlama gelen, çelişki oluşturan, ancak olayın gerçek yüzünü anlatan "rica" kelimesini cümleden çıkarmaya bile özen gösteremiş, sadece yanına "talimat" tabirini ekleyip devam etmiştir.
Nitekim, konuşmasının devamında "talimat" kelimesini bile geçirmeye gerek duymadan, bu tür olaylarıntamamen ricaya dayalı ve karşı tarafın iradesine bırakılan, istemezse, uygun görmezse, vakti olmazsa rahatlıkla reddedebileceği talepler olduğunu açıkça ifade etmektedir:
– "Amerika'ya eğitime giderdim. Robotik ve kodlama üzerine; orada bir görüşme varsa RİCA EDİLDİĞİNDE VAKTİM VARSA KABUL EDERDİM, VAKTİM YOKSA KABUL ETMEZDİM."
Çok açıktır ki ortada sadece karşı tarafın isteğine bırakılmış bir RİCA vardır ve rica da ancak bizim gibi ARKADAŞ GRUPLARINDA olabilir, suç örgütlerinde değil. Hiyerarşik yapıdaki bir suç örgütünde ise bir talimat verildiğinde böyle aksine bir davranışın kabul edilmesi, bu tür aykırı bir harekete göz yumulması mümkün değildir. Suç örgütü yapılanmalarında bu tarz isyankar tavırların karşılıkları olduğu bilinen bir şeydir.
Oysa, görüldüğü gibi bizim camiamızda herkes özgür iradesiyle her istediği işi yapmakta, istediği yere, istediği ülkeye kimseye sormadan, kendi kararıyla gitmekte, kendisinden rica edilen bir şeyi ister yapmakta, istemezse de yapmamaktadır. Altuğ Eti de kimi zaman kendisinden rica edilen bir konuyu vakti olmadığı için yapamadığını bizzat kendi sözleriyle ifade etmektedir. Bundan dolayı da camiamız tarafından kendisine hiçbir kötü eylem ya da davranışta bulunulmamıştır. Kendisinin de zaten aksine bir ididası yoktur. Dostluğumuz, kardeşliğimiz, samimiyetimiz her zaman devam etmiştir.
Dolayısıyla, arkadaşımız Altuğ Revnak Eti, üzerindeki tehdit ve baskının zoruyla ortada güya suç örgütü gibi bir yapılanma olduğunu iddia etmeye çabalarken aslında hiçbir şekilde olmadığını bizzat kendi ifadeleriyle gözler önüne sermiştir.
Altuğ Revnak Eti mahkemede verdiği ifadesinde camiamızın bazı Musevi hahamlarla görüştüğünü, söz konusu hahamların “gariban” insanlar olduklarını ve Türkiye’yi ziyaret eden bu kişilerin tüm masraflarının bizler tarafından karşılandığını belirtmiştir.
Altuğ Revnak Eti’nin bu açıklaması, iddianamede geçen ve Sayın Adnan Oktar'ı ziyarete gelen hahamların güya Türkiye'ye gelirken üzerlerinde para getirerek camiayı maddi olarak destekledikleri yönündeki gülünç ve asılsız iddiayı da çürütmektedir. Altuğ Revnak Eti’nin ifadesinden, hahamların değil yanlarında yüklü miktarda para getirmek, Türkiye’deki masraflarını bile karşılayamayacak bir maddi imkansızlık içinde oldukları açıkça anlaşılmaktadır.
Buradan ortaya çıkan bir diğer gerçek de bu yöndeki asılsız iddiaların, Sayın Adnan Oktar’ı güya İsrail’in kontrolünde hareket eden, İsrail tarafından finanse edilen bir kişi hatta ajan gibi göstermeye çalışarak Müslümanlar arasında körü körüne Musevi karşıtlığı ile tanınan bir grup bağnaz fanatiği camiamıza saldırması yönünde tahrik etme amacını taşıdığıdır.
Bu noktada tekrar vurgulamak gerekirse, camiamız yerli, milli ve vatansever insanlardan oluşmaktadır. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız herhangi bir ülkeden veya örgütten destek almamakta, camiamızın her bireyi tamamen kendi imkanları ölçüsünde ve gönüllü olarak söz konusu kültürel faaliyetlere destek olmaktadır.
Camiamıza düzenlenen kumpas doğrultusunda, her faaliyetimizi ve davranışımızı, normal günlük hayatımızı güya suç örgütü eylemi ve refleksi gibi gösterebilmek amacıyla dosyaya girecek müşteki ve sözde itirafçı ifadeleri özel olarak kurgulanmıştır.
Tehdit edilerek ve korkutularak müşteki veya sözde itirafçı yapılan kişilerin ifadeleri camiamızın suç örgütü gibi algılanması için birçok hayali anlatımla doldurulmuştur. Bu tür anlatımlardan bazıları da Burak Abacı’nın ifadelerinde karşımıza çıkmaktadır.
Burak Abacı, kendisinin ve arkadaşlarımızın güya Sayın Adnan Oktar’ın “ticarete atılın” talimatıyla şirketler kurmaya başladıklarını, bunların güya sözde örgüte infak yapılması için kurulduklarını ifade etmiştir.
Bu iddia gerçeklere aykırıdır. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız arasında hiyerarşik bir yapılanma bulunmamaktadır. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız bir konu hakkında bireysel kararlar aldıkları gibi, birbirine güvenen ve birbirini seven her insan arasında yaşandığı gibi istişare etmekte, birbirlerinin fikirlerine de başvurmaktadırlar. Bunun dışında, günlük hayatın akışı sırasında alınan kararlarda başka hiçbir faktörün etkisi yoktur. Dolayısıyla Sayın Adnan Oktar’ın arkadaşlarına emir/talimat verdiği bir olay asla yaşanmamıştır.
Zaten iddia doğrultusunda biraz düşününce anlamsızlığı açıkça görülecektir: İnsanların ticarete atılmak, para kazanmak için talimat almayı beklemeleri hayatın doğal akışına aykırıdır. Her insan sadece temel ihtiyaçlarını gidermek için bile para kazanmaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyacı gidermenin en yaygın yolu da elbette ki iş hayatına, ticarete atılmaktır. Sadece temel ihtiyaçlar için değil, insanın hayatta yapmaya gereksinim duyduğu birçok eylem için de maddi imkan gerekmektedir. Böyle doğal ve hayati bir zorunluluk için yıllarca bir kişiden talimat almak gerektiğini iddia etmenin akıl ve mantıkla bağdaşır yönü yoktur.
YUKARIDA DA BELİRTTİĞİMİZ GİBİ, ARKADAŞ GRUBUMUZDA YAŞANAN HER TÜRLÜ DOĞAL VE MEŞRU OLAY, YAPILAN HER TÜRLÜ GÜZEL VE LEGAL FAALİYET, SAVCILIK İDDİANAMESİNDE GÜYA "ÖRGÜTSEL EYLEM" GİBİ AKTARILMAKTADIR. NORMAL VE MEŞRU HAYATIMIZIN HER PARÇASI SON DERECE VAHİM BİR BİÇİMDE, "SUÇ" GİBİ GÖSTERİLMEYE, SUÇ KAPSAMINA SOKULMAYA ÇALIŞILMAKTADIR. GÜNLÜK YAŞAMIN DOĞAL AKIŞINDAKİ (YEME, İÇME, GEZME, EĞLENME, TOPLANMA, SOSYAL FAALİYETLER, EVLİLİKLER, ARKADAŞLIK, DOSTLUK İLİŞKİLERİ, SOSYAL DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA KONULARI, MAAŞLI BİR İŞTE ÇALIŞMA, KENDİ İŞİNİ KURMA, TİCARET YAPMA, YURT DIŞIYLA TİCARİ FAALİYET YAPMA, BEDELLİ ASKERLİK YAPMA, ... GİBİ) SON DERECE MEŞRU OLAY VE FAALİYETLERİN YANINA, "ÖRGÜT", "ÖRGÜTSEL SAİK", "TALİMAT" GİBİ TERİMLER SERPİŞTİRİLEREK, ADETA BİN DEREDEN SU GETİRİP NASIL "SAHTE SUÇLAR", "SAHTE BİR SUÇ ÖRGÜTÜ" ORTAYA ÇIKARABİLİRİZ ARAYIŞINA GİRİLMİŞTİR.
Kanun ve hukuku ayaklar altına alan, tarihte görülmemiş bu tür akıl almaz bir yaklaşımın amacını anlayabilmek mümkün değildir.
Burak Abacı güya camiamızın Sayın Adnan Oktar'ı “Ulü’l Emr” olarak gördüğünü ileri sürmüştür.
Bu iddia da dosyadaki diğer iddialar gibi asılsızdır. Hiçbir kanıta dayanmamaktadır. Ayrıca dosyada sadece Burak Abacı’nı dile getirdiği bir iddia olarak kayıtlara geçmiştir.
Bu iddianın ne derece asılsız ve saçma olduğuna geçmeden önce Ulü'l Emr'in kelime anlamına bakmakta fayda vardır. Bilindiği gibi “Ulü’l Emr” Kuran’da 2 yerde geçen ve “emir sahipleri” anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Türkiye Diyanet Vakfı’nın hazırladığı İslam Ansiklopedisi’nde “Ulü’l Emr” hakkında şu tanım yapılmıştır:
“…Dinî literatürde başta devlet başkanı olmak üzere toplumun üst yöneticilerini, toplumsal sorumluluk ve otorite sahibi kimseleri içine alan kapsamlı bir tabirdir. Benzer bir tabir olan evliyâü’l-umûr da (tekili veliyyü’l-emr) velâyetle ilgilidir, bununla amme velâyetine sahip kimseler kastedildiğinde ülü’l-emr ile örtüşen bir anlam kazanır.
Ülü’l-emr tabiri Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde geçmektedir. Bir âyette müslümanların Allah’a, Peygamber’e ve ülü’l-emre itaat etmesi emredilmekte (en-Nisâ 4/59), diğer âyette ise müslümanların toplumun güvenliğiyle ilgili bir sorunla karşılaştıklarında onu yaymak yerine kendilerinden olan ülü’l-emre götürmelerinin daha uygun olacağı, onlardan hüküm ve sonuç çıkarma (istinbat) hususunda yeterliliği bulunanların nasıl davranılması gerektiğini bilecekleri ifade edilmektedir (en-Nisâ 4/83). İlk âyetin bağlamı ülü’l-emr tabiriyle, devlet başkanı yanında üst yöneticilerin ve devlet yetkisini kullanan kamu görevlilerinin kastedildiğini göstermektedir. Çünkü bir önceki âyet, emanetlerin ehline verilmesi ve insanlar arasında hükmedildiğinde adalete uygun davranılması emrini içermektedir (en-Nisâ 4/58). Âyetin seriyye kumandanlığı hakkında indiğini belirten rivayet de bu tesbiti desteklemektedir (Müslim, “İmâre”, 31; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 87). Âyette Allah’a ve resule itaat edilmesi ayrı ayrı ve mutlak olarak, ülü’l-emre itaat ise resule itaat emrine atfen istenmektedir.
Görüldüğü gibi Ulü'l Emr, tüm toplumun bildiği, atanmış, seçilmiş resmi makam sahibi kimselere verilen bir ünvandır. Toplum da bu devlet makamlarına saygı duyar ve koyduğu kurallara uyar. Yani, Ulü'l Emr'in öyle, gizli saklı, içine kapalı bir sistemde birkaç kişinin bildiği ve kendi içinde tabi olduğu, başka kimsenin haberi olmadığı bir kişi olması zaten o kişinin Ulü'l Emr olmadığının bir göstergesidir.
Ulü'l Emr, tam aksine Ulü'l Emr olduğu, kendisi dahil tüm Müslümanlarca bilinen, kabul edilen, açıkça ilan edilen ve tüm topulumun kendisine uyduğu, sözünü dinlediği kişidir.
Bu tanım göz önüne alındığında açıktır ki, Sayın Adnan Oktar ne üst düzey bir devlet yöneticisi ne dini bir otorite ne de herhangi bir resmi makam, mevki sahibi bir kimsedir. Ayrıca, bugüne kadar bu tür herhangi bir makama gelme gibi bir talebi, çabası ve girişimi de hiçbir zaman olmamıştır. Dolayısıyla, Sayın Adnan Oktar'ın kendisinin Ulü'l Emr olduğunu iddia etmesinin hiçbir makul gerekçesi ve dayanağı olamayacağı ortadadır. Nitekim, camiamızı güya suç örgütü gibi, Sayın Adnan Oktar'ı da güya bu örgütün başındaki dini bir lider gibi gösterebilme çabasıyla ortaya atılan birkaç mesnetsiz ve uydurma iddia dışında ne Sayın Adnan Oktar'ın ne de çevresindekilerin bugüne kadar böyle bir iddiaları olmamıştır.
Aksine, Sayın Adnan Oktar her vesileyle devlet başkanına itaatin farziyetini ifade etmiştir.
Dahası, Sayın Adnan Oktar kamuoyu önünde yaptığı açıklamalarda her zaman Allah’ın aciz bir kulu olduğunu, şeyh, alim, Mehdi veya Hoca olmadığını birçok kez beyan etmiştir. Arkadaşlarımız da aynı doğrultuda, Sayın Adnan Oktar’ı sadece çok sevdikleri ve güvendikleri bir ağabeyleri olarak görmektedirler.
Bu konuyla ilgili detaylı açıklamalarımızı, etkin pişmanlık hakkından faydalanan diğer arkadaşlarımızın zor ve baskı altında verdikleri duruşma ifadelerindeki gerçek dışı ve asılsız iddiaların cevaplarının yer aldığı aşağıdaki linklerden görmek mümkündür:
Aynı konuyla ilgili detaylı açıklamalarımızı, etkin pişmanlık hakkından faydalanan diğer arkadaşlarımızın zor ve baskı altında verdikleri duruşma ifadelerindeki gerçek dışı ve asılsız iddiaların cevaplarının yer aldığı aşağıdaki linklerden görmek mümkündür:
Ceyhun Gökdoğan 03.03.2020 tarihinde mahkemede verdiği ifadesinde, güya kendisinin de aralarında bulunduğu kişilere boş kağıtlara imza attırıldığını, camiadan ayrılmak istediklerinde güya kendilerinin bu kağıtlarla tehdit edildiklerini söylemiştir.
Bu iddia da tamamıyla hayalidir. Ne Sayın Adnan Oktar ne de herhangi bir arkadaşımız hayatları boyunca hiç kimseye boş kağıt imzalatmamış, böyle bir şeye hiçbir zaman ihtiyaç duymamış ve asla tevessül etmemişlerdir.
Camiamıza yönelik düzenlenen ne 1999 ne de 11.07.2018 tarihli polis operasyonlarında yüzlerce eve ve işyerine yapılan ani, habersiz baskınlarda söz konusu iddiaları doğrulayacak tek bir belgeye dahi rastlanılmamıştır. Kimseye ait sözde boş ve imzalı bir kağıt ortaya çıkmamıştır.
Dahası, Ceyhun Gökdoğan yıllar önce kendi özgür iradesiyle camiamızdan ayrılmasına rağmen, hayali iddiasında öne sürdüğü şekilde ne kendisinden imzalı boş kağıt alınmış ne de kendisine karşı böyle bir kağıt tehdit unsuru olarak kullanılmamıştır. Bugüne kadar ne kendisinin ne de camiamızla onlarca yıl içinde görüşüp sonradan ilişkisini kesmiş binlerce kişinin böyle bir şikayeti olmamıştır. Çünkü iddia edilen imzalı boş kağıtlar tamamen hayal ürünüdür. Arkadaşımız Ceyhun Gökdoğan da mesleği avukatlık olduğundan, baskı ve tehditleri altında bu düzmece ifadeleri verdiği kumpasçılar tarafından kendisi hakkında da bu tür bir asılsız iftira senaryosu kurgulanmıştır.
Ne var ki Ceyhun Gökdoğan arkadaş grubumuzdan ayrıldıktan sonra, tarafımızdan herhangi bir tehdide, şantaja veya kötülüğe maruz kalmak şöyle dursun aleyhinde tek bir olumsuz söz dahi sarfedilmemiştir. Ayrıldıktan sonra dahi arkadaşlarımızla olan irtibatını ve camiamız ile bağlantılı olan bazı davalarda vekillik ve taraf olma sıfatını sürdürmüştür. Mahkeme ifadesinde, kendisine kumpasçılar tarafından dayatıldığı için öne sürdüğü iddialarının aksine, zoraki olarak susma, sessiz kalma şeklinde bir süreç yaşamamış, daha doğrusu "sessiz kalmasını" gerektirecek hiçbir durum olmamıştır. Arkadaşlarımızla gayet insani, dostane şekilde görüşmeye devam etmiş, profesyonel manada mesleki bağlantısını da sürdürmüştür.
Bu tür asılsız iddiaların ortaya atılmasının tek nedeni, camiamızı güya insanları tehdit eden, onlara şantaj yapan ve bu yöntemle insanlara istediğini zorla yaptıran, onlardan çıkar sağlayan sözde bir suç yapılanması gibi gösterebilmektir.
Nitekim, hakkımızda dönem dönem ortaya atılan ve her seferinde boş ve asılsız olduğu anlaşılarak sessiz sedasız gündemden düşürülen gerçek-dışı "şantaj kasetleri" iddiasının amacı da budur. Bugüne kadar camiamıza iki dev polis operasyonu yapılmış fakat tek bir şantaj kasedine dahi rastlanılmamıştır. Hatta, 11 Temmuz 2018 tarihli polis operasyonunda ele geçirilen (RTÜK'ün resmi olarak her TV kanalı için zorunlu kıldığı) A9 TV yayınlarının kayıtlı olduğu kaset arşivi ilk başlarda şantaj arşivi sanılmış ve medya büyük bir iştahla uzunca bir süre "binlerce şantaj kasedi ele geçirildi" manşetleri altında sayısız düzmece haber yayınlamıştır. Olayın aslı anlaşılınca, atılan bu iftiralardan ötürü hiçbir tekzip, özür, düzeltme yapılmadan bu uydurma haberler gündemden kaldırılmıştır.
Sonuç olarak, camiamızı dağıtmak, faaliyetlerimizi durdurmak için yapılan tüm hukuk dışı gayretler hep boşa çıkmıştır. Komplocuların yalanları her seferinde ortaya çıkmış, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız atılan iftiralardan daima aklanmıştır.
Camiamız aleyhinde yıllardır sürdürülen karalama kampanyası doğrultusunda ailelerimizle olan ilişkilerimiz de sürekli olarak çarpıtılmıştır. Mensuplarımızın aileleriyle olan ilişkileri hakkında birçok asılsız iddia ortaya atılmış, böylelikle aile kurumuna çok değer veren Türk halkının camiamıza karşı olumsuz bir tepki göstermesine çalışılmıştır.
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızın yargılandığı dava dosyasında yer alan müşteki ve etkin pişman ifadelerinde de bu stratejinin birçok örneğine rastlanılmaktadır. Komplocu odakların, ailelerimizle ilgili özellikle gündeme gelmesini istediği asılsız iddialar, tehdit edip korkuttukları bazı arkadaşlarımızın ifadelerine yansıtılmaktadır.
Gerçeklerin tümüyle çarpıtıldığı bu düzmece ifadelerde camiamız mensupları güya aile sevgisi taşımayan, ailelerinden uzak yaşayan, ailelerini dahi sömüren, aile kurmayı dine aykırı gören kişiler gibi gösterilmiştir. Ceyhun Gökdoğan’ın mahkeme ifadesinde yer verdiği “ailelerine iftiralarda bulunurlardı”, “örgütte kalsaydım evlenemezdim” gibi asılsız iddialar bu durumun bir örneğidir.
Ceyhun Gökdoğan’ın bu gerçek dışı iddiaları ve yıllardır camiamızla ilgili ileri sürülen benzeri iftiralar bizim aile kurumuna bakış açımızı asla yansıtmamaktadır. Camiamızın aile kurumuna olan bakış açısını ve mensuplarımızın aileleriyle olan ilişkilerini kısa başlıklar altında şöyle özetleyebiliriz:
Ceyhun Gökdoğan mahkeme ifadesinde sözde örgütten ayrıldıktan sonra sessiz kaldığı için aleyhinde karalama kampanyası yürütülmediğini ileri sürmüştür. Bunu da “sessizlik kuralına uymak” olarak tanımlamıştır.
Camiamızı suç örgütü gibi göstermek amacıyla ortaya atılan, aramızdan ayrılıp aleyhimizde faaliyette bulunanları güya cezalandırmak ve susturmak için karalama kampanyaları düzenlediğimiz yönündeki iddialar tümüyle asılsızdır. Bugüne kadar camiamızla bağlantısı olmuş, belli süreler aramızda kaldıktan sonra çeşitli sebeplerle camiamızdan ayrılmış binlerce insan vardır. Bu insanlardan hiçbiri ayrılmasından dolayı camiamızdan kaynaklanan herhangi bir sorun yaşamamıştır. Hepsi diledikleri gibi hayatlarını sürdürmüşlerdir. Hiçbir mensubumuz camiamızdan ayrılan bu kişilerin hayatını zorlaştıracak veya itibarlarını zedeleyecek tek bir söz sarf etmemiş, hiçbir eylemde bulunmamıştır. Bu yöndeki iddiaları doğrulayacak hiçbir somut delil yoktur.
Sayın Adnan Oktar ve tüm arkadaşlarımız kimseyi herhangi bir işi yapmaya veya yapmamaya zorlayacak kişiler değildirler. İnançları gereği insanları baskı altında tutmanın birçok probleme yol açacağını bilmektedirler. Dolayısıyla insanlar nasıl dilerlerse öyle yaşamalıdırlar. Kimse istemediği bir yerde durmaya zorlanamaz. Zorlanması halinde, gerek o kişinin gerekse bulunmaya zorlandığı ortamdaki kişilerin büyük problemlerle ve sıkıntılarla karşılaşacağı aşikardır. Buna inanan Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız insanları hiçbir zaman zorla kendi yanlarında tutmaya çalışmamışlardır.
Kumpasçıların baskı ve tehdidi altındaki diğer arkadaşlarımız gibi, yaklaşık 2 senedir camiamız aleyhinde sürdürülen bir kara propaganda unsuru olan, sözde "kadınların alıkonma" iddiasını Arkadaşımız Ceyhun Gökdoğan da ne yazık ki mahkemedeki ifadelerinde tekrarlamak zorunda bırakılmıştır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, sözde "alıkonma iftirası"na gerekçe gösterilmeye çalışılan bayan arkadaşlarımız onlarca yıldır Sn. Adnan Oktar’ı tanıyan, seven, sayan, kendisinin ilmi ve kültürel faaliyetlerini maddi manevi tüm imkanlarıyla, canı gönülden Allah rızası için destekleyen samimi Müslümanlardır. Dolayısıyla, bu iddianın ne derece içi boş, asılsız ve uydurma olduğunu anlamak son derece kolaydır.
Özellikle A9 kanalının kurulduğu 2008 yılından bu yana geçen 12 yıllık zaman zarfında, hanım arkadaşlarımızın hepsinin, A9 TV kanalında tüm Türkiye'nin gözleri önünde yoğun bir şekilde milli ve manevi değerlerimizi savundukları, Allah'ın varlığını, birliğini, Kuran mucizelerini, iman hakikatlerini anlattıkları, PKK, IŞİD, vb. terör odaklarının devlet, millet karşıtı düşünce ve eylemlerine karşı ilmi ve fikri alanda mücadele ettikleri, hükümetimize ve Sn. Cumhurbaşkanımızı her dönem ve her koşulda var güçleriyle destekledikleri, sahip çıktıkları tüm kamuoyunun malumudur.
ALIKONMUŞ İNSANLARIN, HERKESİN GÖZLERİ ÖNÜNDE BÖYLE YOĞUN, DEĞERLİ, GÖNÜLLÜ, KARARLI, AKILCI, ETKİLİ VE SAMİMİ FAALİYETLER YÜRÜTMESİ DÜNYA ÜZERİNDE GÖRÜLMÜŞ ŞEY DEĞİLDİR. SÖZ KONUSU İDDİANIN NE DERECE GÜLÜNÇ VE UYDURMA OLDUĞUNUN BİR BAŞKA DELİLİDİR.
Bu değerli insanların Youtube, instagram, twitter, facebook gibi sosyal mecralardan, yapmış oldukları programların, ulusal kanallarda katılmış oldukları canlı yayınların ve konuşmacı olarak katıldıkları binlerce konferans, panel ve seminer gibi kültürel aktivitelerin kayıtlarını izlemek mümkündür.
Tarafsız bir gözle incelendiği zaman tüm hanım arkadaşlarımızın alıkonulmak bir yana, her birinin teker teker entellektüel seviyeleri son derece yüksek fikir insanları, dahası tüm baskılara rağmen çizgisinden sapmayan kararlı, yiğit, üstün imanlı, yüksek ahlaklı birer dava insanı oldukları açıkça görülebilir. Hanım arkadaşlarımızın her biri yüksek okul mezunu, iş hayatları, geniş sosyal çevreleri olan, birçoğu tanınmış ailelere mensup son derece seçkin, akıllı, kültürlü, zeki insanlardır.
Tüm kamuoyunun hemen her gün gözleri önünde olan böyle güzide, aklı başında, kişilikli insanların, hiçbirinin ses çıkarmadan, itiraz etmeden, tepki vermeden, hatta dışarıya bir an bile sezdirmeden 20-30 yıl boyunca alıkonma gibi korkunç bir eyleme maruz kaldıklarını ileri sürmek ancak ya çok büyük bir artniyet ya da ciddi bir akıl ve şuur zafiyetinin göstergesi olabilir.
Nitekim, 19 aydır süregelen zorlu gözaltı, tutukluluk ve cezaevi şartlarına, her türlü baskı, tehdit ve korkutma girişimlerine rağmen bayan arkadaşlarımızın –hastalık, rahatsızlık, vb. sebeplerle çok zorlu cezaevi koşullarına dayanamayarak mecbur kalan birkaç arkadaşımız dışında– iftiracı olmayı reddetmeleri, operasyon öncesinde hiçbir baskı, eziyet ya da esaret altında olmadıklarının en büyük kanıtıdır.
Dahası, her biri hem emniyet hem de mahkeme önünde, yani olabilecek en emniyetli, güvenli ve korunmalı ortamlarda ne Sayın Adnan Oktar'dan ne de camiamızdaki herhangi bir kimseden hiçbir şiddet, baskı ya da eziyet görmediklerini, sadece sevgi ve saygı gördüklerini hür iradeleriyle beyan etmişlerdir. Ayrıca aylardır süren tutuklulukları süresince de, gerek bayan arkadaşlarımıza, gerek Sn. Adnan Oktar’a olan sevgi ve saygılarını, özlemlerini ifade eden samimi ve içten yüzlerce mektup yazmışlardır.
Tüm bu gerçeklere rağmen söz konusu iddiaya tam bir cevap olması bakımından aşağıdaki diğer önemli hususları da kamuoyunun dikkatine sunuyoruz:
– Öncelikle, herkesin bildiği bir gerçektir ki kaçırılan ya da zorla alıkonan kişiler;
– Oysa, bayan arkadaşlarımızın her biri;
Oysa, İstanbul'da rastgele herhangi 120 eve bile ani baskınla girilse böyle kusursuz bir durumla karşılaşılması imkansız denebilecek ölçüde çok düşük bir ihtimaldir.
Aksine, operasyonda baskın yapılan adreslerdeki tüm bayanlar, esir olmak şöyle dursun, şüpheli sıfatıyla gözaltına alınarak özgürlükleri ellerinden alınmıştır. Asıl zulüm ve esaret dönemleri operasyondan sonra başlamıştır ve halen de görülmemiş haksızlık ve hukuksuzluklarla birlikte devam etmektedir.
Operasyonda çok az bölümü gözaltına alınan hanım arkadaşlarımızın büyük bölümü tutuklanmış, çok az bir bölümü de adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştır. Bir kısmı da aylar sonra bulundukları cezaevlerinin zorlu koşulları, ölümcül sağlık sorunları ve kumpasçıların ağır ve yoğun baskı, tehdit ve korkutmaları sonucunda camiamız aleyhinde olmadık yalanları ve iftiraları söyleme şartıyla serbest bırakılmışlardır.
TÜM TÜRKİYE'NİN ŞAHİT OLDUĞU, GÖZLER ÖNÜNDEKİ BU DURUM DA BASKI, ŞİDDET, EZİYET, ESARET VE ZULMÜN CAMİAMIZ TARAFINDAN DEĞİL TAM AKSİNE, ASIL CAMİAMIZA KARŞI UYGULANDIĞININ EN AÇIK İSPATIDIR.
Kamuoyunun bilgisine saygılarımızla sunarız.