ADALET, İNSANLARI CEZAEVLERİNE DOLDURMAK DEĞİLDİR

Son birkaç yıldır ülkemizde sosyal medyada önemli bir gelişme göze çarpıyor. Gün geçmiyor ki “falanca tutuklansın”, “ağırlaştırılmış müebbet alsın” veya “savcılar neyi bekliyor?” tarzı çağrılar yapılmıyor olsun. Küçük ve organize bir topluluk tarafından ateşlenen bu tür çağrılar kısa zamanda adeta kitlesel bir histeri halini alarak bir anda Türkiye’nin en önemli gündemleri arasına giriyor. Sanki gizli bir el insanları cezaevlerinde toplanması gerektiğine dair bir cinneti toplumumuza aşılıyor. 

Çoğu zaman bu linç çağrılarına, dava dosyalarına itham ve karalama amacıyla kasıtlı olarak sokulan bir takım sahte tanık ve müştekilerin yalan beyanları, iftiraları da ekleniyor. Bu yalan ve iftiralar medyada ve sosyal medyada sanki somut, ispatlı gerçeklermiş gibi servis edilip hem toplumda infial hem de yargı üzerinde baskı oluşturmak amaçlanıyor.

Bu durumun en son örneklerinden biri geçtiğimiz günlerde yaşandı. İki küçük kardeşin cinsel istismara uğradığı iddiasıyla açılan bir dava, adeta sosyal medyada yürütülen bir yargılamaya dönüştü. Olayda, anne ve üvey baba suçlu ilan edilerek cezalarının infazına hükmedildi. Ancak, sonradan ortaya çıkan Adli Tıp raporları, olayın sosyal medyada yansıtıldığı şekilde olmadığını gösterdi. 

Bu örnekte de görüldüğü üzere, günümüzde bir mahkemenin mevcut somut delil ve belgelere dayanarak verdiği bir tahliye ya da beraat kararı yok sayılırken, sosyal medyadaki peşin hükümlü bir kitlenin doğru bilgi ve kanıtlara sahip olmadan, tamamen duygusal ve önyargılara dayanan yanlış kanaatleri hukuk ve yargının üzerinde bir konum kazanmaktadır. Sonuçta da masumu suçlu, gerçek suçluları da masum ilan eden son derece hukuksuz, tümüyle yaygara üzerine kurulu çarpık bir mekanizma giderek kendi bozuk adaletini tesis eden hakim bir unsur haline gelmektedir. Bu da linç kampanyalarını, infialleri, kitlesel galeyanları tetikleyen son derece tehlikeli bir araca dönüşmektedir. Masum insanlar suçlu ilan edilip linç edilmekte, mağdurlar daha çok mağdur edilmektedir. 

Bir toplumda gerçek adaletin böyle hukuk dışı, vahşi ve çarpık bir linç sistemiyle tesis edilemeyeceği aşikardır. Bunun, bir ülkenin, devletin ve milletin bekası, huzuru, güveni ve istikrarı bakımından çok vahim ve geri dönülmez tahribatlara yol açması da kaçınılmazdır. Bu çok vahim bir gelişmedir.

Kimi zaman iyi niyetle mağduru koruma duygusuyla başlasa dahi, netice yargı üzerine baskıya dönüşen, suçsuz insanların cezaevlerine doldurulmasına sebep olan, hayatları perişan eden bu galeyan ruhu son derece tehlikelidir. Her şeyden önce sosyal medyadaki bu tür linç çağrıları toplum içinde gizliden gizliye korkunç bir kin ve nefret üslubunu yerleştirmektedir. Yaptıkları çağrılarla “adalet, hukuk yok” tepkisiyle orta çıkanlar bu tutumları ile asıl kendilerinin adaleti ve hukuku yok ettiklerini fark edememektedir.

Çünkü bu kişilere göre adalet yalnızca, birtakım ön yargılarla, yüzeysel bilgilerle, kışkırtılmış ilkel duygularla, halk tabiriyle "dolduruşa gelme" psikolojisiyle tüm şüphelilerin manevi olarak linç edilip cezaevlerine doldurulmasından ibarettir. Kimsenin tahliye olmasını ya da beraat etmesini istemeyen bu psikoloji bugün giderek bir “hapishaneleri doldurma cinneti”ne dönüşmüş durumdadır. O kadar ki masum insanlar hakkında verilen hapis ve tutukluluk kararları bile bu galeyancıların nefretlerini söndürmeye yetersiz kalmaktadır. 

Hep daha fazla ceza, daha fazla hapis isteyen bu nefret güruhu, mahkemelerin asli görevinin insanları hapislere doldurmak değil gerçekleri ortaya çıkarmak olduğunun farkında bile değiller.

Oysa, öfkeyi serbest bırakmak ve her koşulda sürekli bir kin ve intikam ruhu içine olmak, sonradan onarılması zor büyük bireysel ve toplumsal yaralara yol açmaktadır. Öfkeyi yenmek ve bağışlama yoluna gitmek ise tüm toplumsal gerilimleri giderecek en etkili yoldur. 

İşte bu nedenle, Al-i İmran Suresi, 134. ayetinde bildirdiği üzere Yüce Allah, insanların öfkelerini yenmelerini ve hatta haklı oldukları durumda bile bağışlama yoluna gitmelerini istemektedir:

“Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.” (Al-i İmran Suresi, 134)

Allah için bağışlamanın ne kadar önemli olduğunu öldürmeyle ilgili ayette de görmek mümkündür. Allah, Bakara Suresi, 178. ayette öldürene karşılık verilmesine izin verse de esas olarak bağışlamayı tavsiye etmekte ve “… Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir” demektedir. Bunlar haricinde Allah, pek çok ayette Müslümanların bağışlayıcı olmasını istemektedir. Bu ayetlerin bazıları şöyledir:

“Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir." (Nisa Suresi, 149)

Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’raf Suresi, 199)

“… öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran.” (Hicr Suresi, 85)

“… kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez…” (Şura Suresi, 40-43) 

Allah bizlerden, zan ve tahminle, duygusal tahriklerle değil, kesin sağlam delillere göre hareket etmemizi istemektedir. Bunu gösteren en önemli ayetlerden birisi Nisa suresi 15. ayettir: 

“Kadınlarınızdan fuhuş yapanların aleyhinde olmak üzere içinizden dört şahid tutun. Eğer şehadet ederlerse, onları, ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde alıkoyun.” (Nisa Suresi, 15)

Allah zina gibi somut bir olayda bile bir, iki ya da üç değil tam dört şahit istemektedir. Yani, kanaat ya da şüphe bir yana 2 hatta 3 şahit bile bu konuda suçlamaya yetmemektedir. 

Tüm bunların yanında Allah, Müslümanlardan anne-babalarının hatta kendilerinin aleyhine bile olsa adaleti gözetmelerini şöyle istemektedir: 

“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse, adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Al-i İmran Suresi, 135)

Ayette, "hevalarınıza uymayın" uyarısının yapılması da çok önemlidir. Çünkü iyi ve kötü istek demek olan heva, adaleti sağlamanın önündeki en büyük engeldir. Yani, eldeki delilleri görmeden, bilmeden “bence bu işin gereği kesin müebbettir” gibi bir yaklaşım Allah’ın bu ayetine aykırı bir davranış olacaktır. 

Bir Müslüman ya da Müslüman bir toplum için esas olan Allah için adaletin ayakta tutulmasıdır. Bunu yapmak bir örfün ya da tavsiyenin gereği değil Allah'ın açık bir emridir. Nisa suresindeki bu ayette Yüce Allah adaletle hükmetmeyi emrettiğini söylemektedir: 

“Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir” (Nisa Suresi, 58)

Tüm bu ayetlerden anlaşılacağı üzere, Allah korkusu olan vicdanlı bir Müslüman bilmediği, tam emin olmadığı, şahit olmadığı konularda hüküm vermekten şiddetle kaçınır. Doğru bildiği bir konuda hükmetmesi veya şahitlik etmesi gerektiğinde ise en yakının aleyhine olacak olsa dahi adalet ile davranır. 

İşte bir toplumda gerçek adaletin tesisi de ancak, Allah korkusuna sahip olmakla, yüksek bir ahlak ve vicdanla Kuran'ın gösterdiği en doğru yola uymakla gerçekleşebilir.

Adnan Oktar Davası Hakkında

Daha Geniş Bilgi İçin

https://iddialaracevap.blogspot.com